Hayal...
Gözümüz bağlanmış, ışık sızıyor hafiften. Duyduklarımızla bir sonuca varalım desek; yalnız rüzgar ve onun üşüttüğü yaprakların sesi. Bir de bir ucu elimizi bağlamış diğer ucu eline sarılmış olan ipi çekiştiren adamın ayakları altında ezilen otların... Burnumuza başvursak; ballı, şekerli bir koku. Sarı renkli adını bilmediğim o çiçek. Bir sonuca varamayacağız anlaşılan.
Yola çıkalı bayağı oldu. İpin sürekli çekiştirilmesinden geç kaldığımız anlaşılıyor.
-Hayal ede ede kaçırıldığımızı mı hayal edeceğiz?
-Sabır yahu.
Gözümüz ve ellerimiz bağlı olmasa zevk alacağız aslında ama... Olsun bir bildiği var elbet. "Bana güven ve yolculuğun tadını çıkar." dememiş miydi ipi çekiştiren? Sabredelim bakalım.
Belli ki güzel yerlerden geçiyoruz. Bir de görebilsek.
-Evet, bir de görebilsek.
-Bölme ikide bir.
Hiç konuşmadı yol boyunca ipi çekiştiren. Acaba nasıl biri? Sesi tok ve güven vericiydi ama...
"Dur." diyor ve duruyoruz.
-Pişt, hayal etmeye devam ediyor musun?
-Evet, maalesef.
-He, iyi.
"En sevdiğin sayıya kadar say ve aç gözlerindeki bandı." diyor.
Bir, iki, üç,... İyi de en sevdiğimiz sayı kaç ki? Bilmiyoruz.
Anlıyoruz, gerek yok saymaya; o çoktan gitti. Açıyoruz bandı.
Gözlerimiz kapalı hala. Yine kulaklarımızı yokluyoruz; ufak bir faklılık var. Sanki dalga sesi bu... Ama uzak. Burnumuz sarhoş olmuş o tatlı kokudan. Biraz zorluyoruz; alıyor denizin tuzlu kokusunu. Evet deniz... Ama uzak.
İnatla açmıyoruz gözlerimizi. Oturuyoruz olduğumuz yere. Biraz daha dinliyoruz, biraz daha kokluyoruz. Ellerimizi de çözmüşüz. Toprağı okşuyoruz. Çimenleri karıştırıyoruz; "o"nun saçlarını karıştırırmışcasına.
Şimdi nereden de çıktı "o"?
Rüzgar hızlandı. Sesler arttı, deniz daha yakın sanki. Etrafımızdakiler tepki veriyor "o" aklımıza gelince. Koku değişiyor. Denizin kokusu daha ağır basıyor artık; tuzlu tuzlu. İçimizden bir şeyler "Kalk ve yürü. "O"na yürü." diyor. Rüzgar arkadan esmeye başlıyor içimizdeki sesi duymuşcasına, onaylarmış gibi...
Gözlerimiz hala kapalı, açasımız da yok açıkçası.
Kalkıyoruz. Yürüyoruz. Yavaş yavaş da olsa huzur yayılıyor içimize. Rüzgar yavaşlıyor ama hala arkadan esiyor. O tatlı koku geliyor yine burnumuza.
İpi bırakmamışız, sürüklüyoruz arkamızdan. Düşünüyoruz ipi çekiştireni, söylediklerini.
Huzur dağılıyor birden içimizdeki. Rüzgar hızlanıyor yine. Duruyoruz, korku alıyor yerini huzurun. Duruyoruz.
Neden inat ediyoruz bilmiyoruz ama gözlerimiz kapalı hala.
Rüzgar iyice hızlanıyor, itiyor ciddi ciddi. Denizin sesi de iyice artmış. Bir kaç adımla bu kadar yaklaşmış olmak garip geliyor.
Artık vakti geldi gözlerimizi açmanın diye düşünüyoruz. Tekrar korkuyoruz. Açıyoruz gözlerimizi.
Tek duyduğumuz ses kalp atışımız. Nedeni her şeyin birden sessizleşmesi mi yoksa kalp atışlarımızın her şeyi bastıracak kadar gürültülü olması mı bilmiyoruz.
İp yok. Rüzgar da esmiyor. O sarı çiçekler de yok etrafta. Yerde çimen yok. Toprak bile değil yer; beton. Ama deniz var; hem bir adım hem 60 metre aramızdaki mesafe.
Sağda Çengelköy solda Bebek. Meğer İstanbul'u dinliyormuşuz gözlerimiz kapalı. Yavaş yavaş dağılıyor zihnimizdeki sis. "O"nun gittiği gün bugün. "O"nun gittiği yer burası.
-Hayda. İntihara bağladı bak şimdi de.
-Dur iki dakika.
Şaşkınlık yerini hüzne bırakıyor. Bant, sarı çiçek, çimen... Hepsi anlamlanıyor birden. O fotoğraf geliyor gözümüzün önüne; saçında "o"na çok yakıştığını düşündüğümüz bant, elinde sarı çiçekler, uzanmış çimenlere... "O"nu son görüşümüzde çektiğimiz fotoğraf.
-Ben yokum daha fazla.
-Aaa, neden?
-Hayal edelim deyince güzel bir şeyler hayal edeceğiz zannetmiştim ben de.
-Ben de. Ama mutsuzum bu aralar biraz herhalde. Böyle gelişti hayal.
-Tamam sen hüzünlendir kendini de benim havamı ne bozuyorsun?
-Kusura bakma. Dur mutlu son uydurayım hemen.
-Yok istemez. Uyduruk olur senin de dediğin gibi.
-Eee, neyse böyle de bitebilir aslında.
-Olabilir.
-Bitti o zaman.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder