27 Kasım 2008 Perşembe

Amanın, sobe, mim, bişi; n'oluyo len?!!!

Cadı beni sobelemiş; sevinsem mi üzülsem mi bilemedim yahu:))

Tanıdığım biri ilk kez sobelendi diye garip şeyler hissederekten okumaya başladım cadının son girdisini. "Hehe ne kadar sevinmiş, canım:)" dedim içimden. Sonuna geldiğimde ise yazının, kaldım öle: Eeee, onurCUK diyo bu:) :( :S :% :&

Neyse, uzatmadan şu sorulara cevap vereyim de kurtulayım:))))




1.Blog yazmaya ne zaman başladın?


08 Haziran 2007 Cuma akşam üzeri, bir final öncesi akşamıydı:) Ders çalışırken, daha doğrusu çalışmaya çalışırken, belki de çalışmaya çalışmaya çalışırken(yok daha uzatmicam,korkmayın), kuzen "bakkala gidip ekmek alır mısın?" dese hemen deyip fırlayabilecek durumdayken -ki üşengeçler kralı olan benim bakkala gitmem imkansız-yazdım ilk girdimi. Uzun zamandır vakit ayırmaya çalışıyordum bir blog açıp elini ayağını düzeltmek için; bir final öncesi akşamını uygun buldum:))

2.Blog yazısı konularının belli bi çizgide olmasına özen gösteriyor musun?

Sayılır. Şimdiye kadar hiç alıntı yapmadım mesela; hep kendi üretimim olsun istiyorum. Nette gezerken bulduğum güzel şeyleri de paylaşayım istiyorum; bilgisayarda keşfettiğim şeyleri de... Ama üşeniyorum:)) Velhasılkelam belli bir çizgi var zannımca.

3.Blog yazmayı ne kadar sürdüreceksin?

Bilmem; uzunca bir süre daha herhalde. Yazmaktan sıkılsam bile blogu kapatacağımı zannetmiyorum. 3 yıl 5 yıl yazmasam bile bir gün yazasım tutar belki.

4.Blog yazmak senin için eğlenceli bir uğraşken, şimdi artan bekleyiş yüzünden senin için bir zorunluluk haline geldi mi ?

hehehehe, gülerim ancak bu soruya. Kim benim yazmamı bekler ki tavrı da var bu gülüşün içinde; beklerse beklesin, bana ne tavrı da...:)

5.Blog yazmak için gün içinde bazı şeylerden feragat ediyor musun ?

ı ıh, etmiyorum. "Can sıkılır, parmaklar tuşlara dokunur" demişim en başta; sıkıldıkça yazıyorum, yapacak bir şey bulamadıkça...

6- Bloga yazılan yazıları ve yorumları en fazla yazarının okuması gerçeği hakkındaki fikirlerin nedir ?

Doğrudur efenim; en azından kendi adıma. Canım sıkıldıkça eski yazılarımı okurum; yorumları okurum. Bu eski albümleri çıkarıp aynı resimlere defalarca bakmak gibi bir şey. Resimlerde eski hallerimizi görürüz ya hani; eski yazılarda da o zamanki ruh halimizi, düşüncelerimizi, sıkıntılarımızı vs. okuruz. İyidir, hoştur; siz de yapın eğer yapmıyorsanız.:) :P (bu dil cadıya:) ) Katılmıyor değilim dediklerine ama kendimi ne kadar okursam başkalarını da o kadar okurum bence:)



Cadı kadar uzun olmasa da zannımca ben de uzun cevaplar verdim; pişman değilim:)

Sıra sobelemekte; Ziza'cım sobeeeeeeeee...

25 Kasım 2008 Salı

"onurCUL" diyaloglar #2

-Oluumm!
-Nee?
-Unuttum lan:(
-Relax olll.

22 Kasım 2008 Cumartesi

"onurCUL" diyaloglar #1

-Orada.
-Nerede?
-Ufukta.
-Rahatsız mısın?

16 Kasım 2008 Pazar

Mustafa

30 Ekim'de gittim sinemaya. 29 Ekim'de gitmek istedim fakat kapitalizme yenik düştüm; gnctrkcll:) Bir kaç cümle ile genel hissiyatımı anlattıktan sonra uzun uzun irdeleyeceğim filmi. Ben öle uzun uzun okuyamam diyen ilk kısmı okusun yeter:)

Biz Türklerin hiç adeti olmadığı üzere soyadıyla hitap ediyorduk ona; artık Mustafa diyebileceğiz; sevindim.

Mustafa'ya William Wallace muamelesi yapıyorduk: O var ya 3 metre boyunda, bir bakışıyla orduları dize getiren, ağzından ateş çıkaran, uçan, görünmez olan... Artık yapmayız zannımca; o da insan; anladık.

Annesiyle olan ilişkisi güzel yansıtılmış; hüzünlendim; annemi özledim.

Sefa içinde yüzmemiş, sefaletten sürünmüş; bunu gösterdi film. Başarının, hırsın nereden geldiğini zuhur edebildik. Nereden nerelere gelinebileceğini gördük; hırslandık.

Tanıtımlarda hep Mustafa'nın çocukluğundan dem vuruyorlardı. Filmde çarçabuk geçiverdiler çocukluğunu. Gerçi anlatacak çok şey vardı, vakit yetmezdi falan ama olsun; daha fazla çocukluk bekledim ben.

Mustafa aşk mektubu yazmış; hem de ne mektup. Gönül ilişkilerine yer verilmesi mükemmel olmuş; romantizm nasıl olurmuş gördük.

Mustafa kalp kırmış; üzüldük, kızdık. Mustafa da hata yaparmış; gördük.

Mustafa dinsizmiş; şaşırdık. Acaba yobaz tayfa haklı mıydı?

Mustafa ölümüne cesur değilmiş; öldürülmekten korkmuş.

Mustafa yalnızmış; kartal misali, dağın tepesinde, güçlü, mağrur ama yalnız.


Bunlar ilk izlenimlerim. Şimdi başlayalım irdelemeye.

Önce hoşnut kaldıklarım.

Filmin müzikleri çok iyi uyum sağlamıştı filmle. Goran çok iyi anlamıştı Mustafa'yı, Mustafa'nın memleket özlemini, ana hasretini, hiddetini, hırsını, endişelerini.

Çok güzel ayrıntılara değinilmiş; Mustafa'nın özel yaşamıyla ilgili, kurtuluş hareketi ile ilgili, dönem ile ilgili...

Hiç görmediğim fotoğraflar, videolar, belgeler vardı filmde. Arşivlere girilmiş, güzel şeyler bulunmuş.

Sinema adına da güzel bir yapımdı. Görüntüler, animasyonlar, kurgu, güzeldi; çok güzeldi.


Gel gelelim, beğenmediğim yanları beğendiklerimden daha çok.

Yukarıda "Mustafa dinsizmiş; şaşırdık. Acaba yobaz tayfa haklı mıydı?" demiştim. Filmde din, laiklik, tekkeler, eğitim vs. konuları ile ilgili kısımlarda vurgulanan, Mustafa'nın, çarpıtılmış din ile beyinleri çürüyen insanları kurtarma çabası değil de doğrudan, kişisel olarak dine bakışı olması beni rahatsız etti. Ben demiyorum ki Mustafa dini bütün biri olsun, ben demiyorum ki Mustafa dinsiz olmasın; ister inansın ister inanmasın, umurumda değil. Benim gözümde değeri düşmez, kalbimde yeri değişmez. Ama buna vurgu yapılması, "bakın, Mustafa dinin yalan olduğunu düşünüyor." dermişcesine kurgulanması sahnelerin, beni düşündürüyor, üzüyor, kızdırıyor. Velhasılkelam, Mustafa, inanmasa da -ki inanıp inanmadığını asla bilemeyiz- inananlar için bir şeyler yapacak kadar doğru bir adamdı; onun inanmayışını örnek gösterip bizim de inanmamamız gerektiğini söyleyenler ise asla onu anlamamış, yarım yamalak adamlardır. Ha, ben yanlış anladıysam izlediklerimi, bu sözler filmi yapanlara değil, izleyip böyle davrananlara gitsin:)

Çocukluğu az ele almışlar dedim. Zaman yetmezdi, hızlı hızlı geçmişler dedim. Tek film yapmasalardı; bir kaç bölümlük seri yapsalardı. Hem daha ayrıntılı anlatırlardı hem de ticari açıdan daha zekice olurdu:))

Şimdi düşündüm de keşke bu kadar beklemeseydim, sıcağı sıcağına yazsaydım; beğenmediğim kısımlarını unutmuşum:)) Huyum kurusun, hataları çabuk unutuyorum, kin tutamıyorum:)))

Hala izlemeyen varsa aranızda, gitsin sinemaya izlesin. Her şeye rağmen iyi tarafları daha ağır basıyor sanki; en azından uzun vadede:)) Öyle "cdsi çıkar izleriz" falan da demeyin; gidin sinemaya; Can Dündar biraz para kazansın, kazansın ki daha iyi işler yapsın:) Daha da önemlisi bu film Recep İvedik'ten daha fazla gişe yapsın; yapsın ki durumun o kadar da vahim olmadığına dair umudumuz bitmesin.

İyi seyirler efem...

7 Kasım 2008 Cuma

Blog demek yok artık...

Blog demek yok artık; günce diyeceğim.

"Blog" kelimesi ağ anlamındaki "web" ve günlük anlamındaki "log" kelimelerinin birleşiminden gelmekte efem. "weblog" hali sevilmemiş olacak ki kısaltılıp "blog" olarak kullanılmaya başlanmış.

Çok zamandır rahtsızdım "blog" demekten bu şeye. Bir karşılık da bulamamıştım açıkçası. Günlük demek istemiyordum çünkü tam karşılamıyordu. İngilizcesi gibi kelime keseyim, biçeyim, birleştireyim dedim; "ağ", "günlük", "günce", "defter" falan gibi kelimeleri karıştırdım ama yok, hoş bir kelime bulamadım. En son "günce" demeye karar verdim.

Birileri "günce" diyor zaten. Ayrıca vikipedideki günce maddesine bakılırsa bu şeye en mantıklı isim "günce".

Çiköfte...

Çiköfte efenim, çiğköfte değil. İşi bilen, ilk heceye vurgu yaparak, Çiköfte der bu merete.

Bu sene kendimi şanşlı hissettiğim şeylerden biri Çiköfte ile ilgili. Ev arkadaşlarımdan biri Adıyaman'lı. Yani, Çiköfte'nin hasının yapıldığı yerde doğmuş, büyümüş. Bunla da yetinmeyip mutfakta beceri kazanmış:)

Aklımıza estikçe Çiköfte yiyoruz anacım:))


Şimdi resim de koymak isterdim ama; maalesef şuan elimde yok. Daha sonra biraz kurcalarım Aziz'in ve Mehmet'in(Çiköfteci) bilgisayarlarını ve eklerim bir kaç ağız sulandırıcı resim:)))

Uyumak değil, ölmek benimkisi.

Uykumun ağır olduğunu, yıllar boyu, tüm yakınlarım söylemiştir. Yaşadığım, durum komedisi tadındaki bir kaç olaydan sonra, ben de farkına vardım zaten bu durumun. Bazen inanılmayacak dereceye varabiliyor uykumun ağırlığı. Kısacası; uyumak değil, ölmek benimkisi.

Dün gece yaşanan olay buna en güzel örneklerden. Sağ olsun, Aziz, şebek etmiş beni. Kısaca özetleyeyim efem.

Çiköfte(ğ yok orda) partisinden(bunu ayrıca yazacağım) döndükten sonra gecenin 1:00'inde, Aziz bilgisayarın başına geçerken ben de Aziz'in yatağına uzandım. Sonrasını hatırlamıyorum. Aziz'in anlattıklarına göre diyalog şöyle gelişmiş:

Aziz: Onur, uyuyorsun abi.
Onur: Yok, uyumuyorum. Hayal kuruyorum ben.
A: Ne hayali?
O: Karıştırma orasını.

Ne hayal ediyordum acaba? :)

Sonra, Aziz benim uykumdan faydalanıp türlü şebekliler planlar ve ortaya şu tablo çıkar.

Evet, o maden suyu şişesi kafamda duruyor. Daha da ilginci, Aziz o şişeyi kafama koyana kadar üç ayrı teşebbüste bulunmuş ve buna rağmen uyanmamışım. Ya, homurdanmamışım bile; kımıldamamışım bile. Çok kötü durum, çok...

4 Kasım 2008 Salı

Bir menemen yapmışım ki...


Bu öğlen kahvaltı için (öğrencilikte kahvaltı öğlen yapılır tabii) bir menemen yapmışım; anam anam, o nasıl bir şeydi yahu? Yerken zevkten ağlıyorduk resmen Aziz'le. Zaten her şey feyspuk sıtatüsüme "Şimdi öyle bir menemen yapacam ki Aziz bile uyanacak kokusunu duyup:)))" yazmamla başladı. Aziz'i uyandırdı bu menemen; gerisini sen düşün ey okur:)))

Gerçi bildiğimiz menemenden bayağı farklı oldu. Soğan yoktu içinde bir kere. Soğansız menemen mi olur? Bence olmaz ama evde soğan yoksa ne yapacaksın? :) Çoban peyniri vardı içinde; süper kızaran peynir.

Tarifini de vereyim. Hatta yemek programı dili kullanayım; tam olsun:)))

Tercihen köyden gelen tereyağı (yoksa her hangi bir çeşit yağ) tavaya konur(dökülür). Tavanın altı yakılır. Ateşin harlı olması önemli. Küp şeker şeklinde kesilmiş çoban peyniri yağ bir miktar kızardıktan sonra tavaya dökülür.


Aman, ben sıkıldım bu tarif ağzından; kendim gibi yazacam.


Peynirleri kahverengiye yakın bir renk alıncaya kadar kızarttım efem. Sonra, julyen usulu(bildiğin uzun uzun) doğradığım biberleri attım tavaya. Çok ince doğranmış domatesler de tavayı boylamadan önce baharatları ektim; kekik, kimyon, karabiber, balarzağa(bizim oraya özgü bir ot, tat ve kokudan yoksun olmasına rağmen güzel görünüm sağlar ve sağlık açısından iyidir.)... Baharatları biraz yedirdikten sonra domatesleri de kavurdum. Sıra geldi Onur Usta'nın sırrına: Baharatların tadını biraz yumuşatmak amaçlı bir hareket olaraktan azcık süt ilave ettim. Baharatı fazla severim ama yemeğin tadı da kaçmasın derseniz çözüm süttür efem. Biraz sıvı kaybetmesi için bir miktar daha ateşte beklettikten sonra yumurtaları kırdım. Sarıları bozmadan beyazları malzemeye yedirdim. Bundan sonrası keyfe kalmış; az pişmiş, çok pişmiş bilmem ben, canınız nasıl isterse.

Yanına bir de çay koyduk. Ohhhh, mis. Çay da bizim ordan gelme; öyle uyduruk çay değil:D





3 Kasım 2008 Pazartesi

Yastığımın diğer tarafı...

Yavaş yavaş keyfim kaçıyor. Bulanıklaşıyor algım. Dağılıyor dikkatim. Bitiyor motivasyonum. Artık dürtülmem gerek. İtilmem, kakılmam, çekilmem, sürüklenmem, yola sokulmam gerek. Bunu yapacak kişiyi, dişiyi bulmam gerek.

Belli etmesem de artık rahatsız etmeye başladı yalnızlık. Ağrısı artıyor giderek kalbimin. Uyuşuyor giderek beynim. Gece, yatarken, hep bir yanım soğuk; hep bir yanım boş; hep bir yanım eksik. Kalbime sığmıyor artık sevgim; paylaşmam gerek; iletmem; vermem... Diğer tarafım sıcak, fazla sıcak; iletmem gerek bu ısıyı; ısıtmam gerek birinin o soğuk, o boş, o eksik tarafını.

Uyandığımda gülümsemek istiyorum yastığımın diğer tarafına; koklamak istiyorum yastığımın diğer tarafını; öpüşmek istiyorum yastığımın diğer tarafıyla. Artık bulmak istiyorum yastığımın diğer tarafını.