5 Aralık 2009 Cumartesi

Tüm Windows'lar için geçerli şifre değiştirme yöntemi

Windows'unuzun giriş şifresini unutursanız ne yapmak lazım? Hepinizin "Format atmak lazım" dediğini duyar gibiyim. Tamam, hepiniz değil belki ama ben bu cevabı verenler için yazıyorum bu yazıyı:p


Anlatacağım yöntemde kullanılacak program "Sadece unutulan şifreler için çalışırım; öle başkasının bilgisayarının şifresini kırmaya çalışma boşuna." diyecek teknolojiye sahip değil maalesef. Ondan sonra "Arkadaşım bilgisayarımın şifresini kırdı" falan diye beni suçlamayın:)))



Aramalarda çıksın diye (yazdık madem birilerinin işine yarasın diye; başka sebepten değil yani) hangi işletim sistemlerinde çalışır bu yöntem, yazalım:


Windows 95/98/2000/ME/NT/XP/Vista/7


Linux'larda da çalışır diyor sitesinde ama bilmiyorum orasını:)


Gelelim yönteme:


Eğer az-biraz ingilizce anlıyorsanız şu videoyu izlemek işi çözmenize yeter diye düşünüyorum.


Yok yetmez ise aşağıda ayrıntılı şekilde yazdım.



Hack Windows Vista! - The most amazing bloopers are here


Yapılacaklar;


Öncelikle şu bağlantıdaki programın (çalışır bir Linux cd'si aslında) indirilmesi gerekiyor. 130 megabyte'lık bir dosya; biraz vakit alabilir maalesef.


http://rm.mirror.garr.it/mirrors/trk/trinity-rescue-kit.3.3-build-321.iso


Kendi sitesi: http://trinityhome.org


Programı indirdikten sonra cd'ye yazmalısınız. Bunu da cd yazıcı programda "cd image burn" ya da "cd imajı/görüntüsü yaz" kısmından yapmalısınız. Dosyayı doğrudan yazdırmak işe yaramaz; cd çalışmaz.


Eğer cd yazıcı programınız yoksa üzülmeyin; bizde hizmet sınırsız:)) Buyurun: beleş iso yazıcı program


Cd'yi hazırladıktan sonra bilgisayar açılırken Bios'a girip bilgisayarı cd'den çalışır hale getirmek gerekiyor. Çoğunlukla o şekilde ayarlıdır zaten ama her zaman değil. Bunu da bilgisayarın modeline göre del, F8, F12 gibi tuşlara basarak yapabilirsiniz. Bilgisayar açılırken "... to setup" , "push ... to enter setup" falan gibi yazar.


O tuşa basıp setup a girdikten sonra "boot" veya "boot priority" gibi bir ayar sekmesi/kısmı bulup cd'yi ilk sıraya getirmelisiniz.


Bunu da yaptıktan sonra cd'yi takıp bilgisayarı yeniden başlatın.


Gelen ekranda (bundan sonra pencereli/fareli bir ekran olmayacak;sadece yazı) 1 e basıp devam edin. Bir sürü yazı gelecek; bir şeyler yüklenecek; bekleyin.


Yüklenmeler bitince, winpass yazıp enter'a basın. Ne zaman bittiğini anlarsınız; bitene kadar bir şey yazamazsınız zaten:))


Bilgisayarda yüklü windowsu bulacak. -Birden fazla windows yüklü ise şifresini değiştirmek istediğinizi seçip- Enter'a basın.


Bir şey daha soracak. Administrator/yönetici hesabının şifresini değiştireceğiz şimdi. Enter' basıp devam edin.


Şimdi istediğiniz yeni bir şifre girebilirsiniz. Buraya yazdığınız şey yeni şifre olacak. Şifresiz ayarlamak isterseniz (ki tavsiye etmem) * yazıp geçebilirsiniz. İstediğiniz şifreyi yazıp enter'a basın.


"Gerçekten değiştirmek istiyor musunuz?" diye soracak; evet anlamında y yazıp enter'a basın.


İşlem tamam. Şimdi bilgisayarı yeniden başlatmak için reboot yazıp enter'a basın.


Ekranda bir sürü yazı çıkacak yine. Bu sırada cd'yi çıkartın. Bilgisayar yeniden normal olarak başlayacak. Windows şifre ekranı gelecek. Yeni belirlediğiniz şifreyi yazıp girin.


Yeni şifreniz hayırlı, uğurlu olsun:)))

4 Kasım 2009 Çarşamba


Göğsümün tam ortası
tarif edilmiş tüm biçimlerde,
tasvir edilmiş her şekilde,
daha öncekileri unutturacak gibi,
adem elmama uzanan bir çift ele sahipmişcesine,
kalbimi durmaya ikna etmek niyetiyle,
ağırıyor,
sancıyor,
sıkışıyor,
daralıyor,
eziliyor.


Kalbim buna izin veriyor;
emin değilmiş gibi,
atışlarını sevdiceğe göre ayarlamamışcasına,
beynimi ele geçirmek niyetiyle...

Korkmayı bıraktığında bir kalp,
sevmiyor mu demektir?
Sevmek
her an,
her daim
korkmayı mı gerektirir kaybetmekten?

Peki huzur?
Sevmek huzur da getirmez mi?

Peki korkarken nasıl huzurlu olabilir insan?

Ödüm koparsa gördüğüm bir yazı karşısında;
çok mu seviyorumdur,
hala güvenememiş miyimdir,
yoksa ikisi birden mi?

Buluttan nem kapmak;
delicesine sevmenin mi belirtisidir,
paranoyakça bir şey mi?

Gidersen ölürüm!
Bunu bil,
ona göre yaz!!!

21 Ekim 2009 Çarşamba

Özledim...

...be blog seni.

2 Temmuz 2009 Perşembe

Isınma Turları

Aklımda yazmaya değecek bir şey yok; ama arayı çok açtım, çok soğudum. Isınmak, biraz yakınlaşmak blogcağızımla, üstümdeki bu ölü toprağını atmak için bir şeyler yazayım dedim; hepsi bu.

Neden bahsetsem ki?

O kadar çok şey oldu ki aslında yazmayalı...

Bir liste yaptım; olanlar, yazmaya değenler, anlatılması gerekenler, yıllar sonra kesinlikle okunmak istenecekler girdi bu listeye. Yavaş yavaş yazacağım hepsini; ama şimdilik o isteği bulamıyorum kendimde.

Yaz dolu zaten; bir sürü şey eklenecek o listeye.

Şimdilik bu kadar yeter; gün içinde yine deneyeceğim tuşlara dokunmayı. Benim için ilk de olur hem; daha önce günde birden fazla yazı yazmamıştım:)

Sağlıcakla kalın şimdilik...

29 Mayıs 2009 Cuma

Hiç yakıştıramadım

CadıCIM son yazısında bi testten bahsetmiş. Sonucu hiç yakıştıramadım. Sizce de şöyle olmamalı mıydı?




25 Nisan 2009 Cumartesi

...uyanmak.


Ne kadar çok karar alıp da aldığımızla kalıyoruz.


Ne kadar çok başlangıçlarımız, ne kadar çok "milat"larımız,
ne kadar çok "bundan sonra"larımız,
ne kadar çok "artık yeter"lerimiz var;
ne kadar çok...

Senin var; benim var; hepimizin var.

Bunlar kadar çok olmasa da, bazen, arada "dank ediş"lerimiz de oluyor.

Ya kendi kendimizin kafasına indiriyoruz en yakınımızdaki sert cismi ya da
birileri indiriyor ellerine ne geçerse o anda tepemize.

...ve "dank" ediyor.

Dün akşam kafama geçiriverdiler efem.

Hâlâ sızlıyor valla.

Ama her "dank ediş"ten sonra,
her gerçekten farkına varıştan sonra
illâ ki,
mutlaka
"elde olmayan"lar çıkıyor sahneye.
(Murphy'e selamlar)


Sabah 8 gibi kalkıp çıktım evden. Annem memleketten bir şeyler göndermiş; onları almaya gittim otogara. Her şey tamamdı: Erken kalkmıştım, zindeydim, kararlıydım, başım hâlâ sızlıyordu (bu iyiydi; tekrar uyuşmama engeldi). Eve geldim. Annemin gönderdiklerini buzdolabına yerleştirip acelesinden bir kahvaltı hazırlayıp hemen çalışmaya başlayacaktım.

Elektrik kesilmiş!!!

Bilgisayarsız hiçbir şey yapamam!

Kahvaltı bitene kadar gelir umutlarıyla milleti uyandırdım. Kahvaltı yaptık (süperdi, minci ve karalahana sarması, ayrıntılar sonra). 

Kahvaltı bitti, elektrik yok; elektrik arızayı aradık. "Saat 4'te gelir." dediler.

Yatıp uyudum. Belki de iyi oldu; bilmiyorum. İyice alamamıştım uykumu.



Dedim ya: Her "dank ediş"ten sonra,
her gerçekten farkına varıştan sonra
illâ ki,
mutlaka
"elde olmayan"lar çıkıyor sahneye.

Eğer ki "dank ediş" sağlamsa, eğer ki "dank ettiren"in eli ağırsa
hiç fark etmez;
sızı kafada hissediliyorsa hâlâ sorun olmaz bu "elde olmayanlar".

Bir hafta sürecek bir "günümüze gelme çalışması" içerisine girdim efem; mâlum, hayli geride kalmıştım.

"Dank ettiren"ler sağolsun:)))

13 Nisan 2009 Pazartesi

Garip hallerdeyim



Yazacak o kadar çok şey birikti ki...


Değişiklikler, seyahatler, içimden taşanlar, keyif verenler, keyfimi kaçıranlar, aldığım kararlar, eğlenceli şeyler, can sıkıcı şeyler, gariplikler...

Hiçbir şey yapmak istememe kokulu bir rüyadayım desem.

Tembelliğin eğlenceli olduğunu biliyorum; daha önce tembelik yaptım. Bu eğlenceli değil; bu tembellik değil.

Buraya yazmak bile istemiyorum; yazmak bile istemiyorum.

Oturup sabahtan akşama film/dizi izlesem bile kârdır.

Sabahtan akşama blog okusam da kârdır.

Ama hiçbir şey yapmıyorum.

Ama bugün milat; bugün başlıyorum. Bu yazı da başlangıcın şahididir.

28 Şubat 2009 Cumartesi

Öyle işte...



14 Şubat 2009 Cumartesi

Kar

Bakıyorum;
   sanal,
      pikselize,
    ama yine de sıcak;
   ama yine de bakıyorum.

İzliyorum karın gözlerindeki yansımasını;
   izliyorum kalbinin kıpırtılarını.
      Bakıyorum öylece ekrana;
         yatağımdan taaa Almanya'ya...

6 Şubat 2009 Cuma

Özür meselesi

Çok zamandır yazmak istiyorum bu konuda; istemek yetmiyor tabii, şartların "olgunlaşması" gerek. Olgunlaştılar efem ve yazdım. Aslında bizim cadının yazısına yorum yazdım sadece ama yazacaklarım da o kadardı zaten:)

kopi-pest; buyurun:



Daha önce bir yorum yapmıştım ama sansürlendim:) Şaka tabii ki; bu salak blogger arıza çıkardı. Destan gibi de yazmıştım. Hatta "uzun oldu bu; ben en iyisi blogda devam edeyim" diyerek bitirmiştim. O anki duygu ve düşüncelerimle yazdıklarımı tekrarlayamam şimdi ama aynı eksende olacaktır yazdıklarım. Girizgâhı uzattım yine; başlıyorum yoruma.


Özür dilemek veya dilememek, kabul etmek veya etmemek... O kadar önemsiz ki bunlar gözümde... Okuyorum, izliyorum, dinliyorum ama cevap bulamıyorum bir türlü kafamdaki soruya: yaşananlar neydi? 1915 olayları denen "şey" bir "soykırım" mıydı yoksa "savaş şartlarında, sorun çıkaran bir topluluğu, sorun çıkarmayacakları bir yere naklederken doğanın, imkansızlıkların yüzünden bu topluluğun ziyan olması" mıydı? Hangisiydi? "Ziyan olmaları"na göz yummak mıydı yoksa; yoksa en başından beri tasarlanarak mı "ziyan" edilmişlerdi?

Okuyorum, izliyorum, dinliyorum ama cevap bulamıyorum. Çünkü itham eden "sadece" itham ediyor, savunan ise tarih diliyle konuşuyor, belge sunuyor, ispat gösteriyor. Sırf bu durum bile "talihsiz bir ziyan" savunmasını kabul etmeyi gerektiriyor. Ama... Aması şu: İçimdeki hümanist, "sınırlar kalksın, tek Dünya, insanlık olarak yaşayalım" diyen hümanist olmaz diyor; içimdeki barışsever, "hiç bir savaş haklı olamaz" diyen barışsever olmaz diyor; olmuyor. İstiyorum ki "soykırım" diyenler de "tarih dili" ile konuşsun; istiyorum ki "soykırım" diyenler de "kanıt" göstersin; ondan sonra oturup karar vereyim "soykırım" mıydı "talihsiz bir ziyan" mı? Taraf olmayayım; sadece insan olayım.

Peki böyle olursa, itham eden de tarih diliyle konuşursa fark eder mi; ölenlere, olanlara üzüntüm azalır mı? Tabii ki hayır!!! Fark etmez; azalmaz. Ama yine de rahatlarım. Ya üzüntümün yanına utanç ve özür katarım ya da sadece üzülürüm. İşte bu fark eder.

Tamam, her koşulda özür dileyelim; onları koruyamadıysak da korumadıysak da. Peki "savunan"ların dediği gibi sadece "talihsiz bir ziyan" ise ne olacak; bir güzel kandırılmışsak ne olacak; bu sadece insanlık adına istenen bir özür değilse ve arkasından başka istekler gelecekse, arkasından "başkaları" gelecekse... Ne olacak o zaman? O zaman da Kurtuluş Savaşı'nda ölen dedelerimizden, ninelerimizden mi özür dileyeceğiz? Mustafa'dan mı özür dileyeceğiz? Bu sorular uzar gider.

Velhasılıkelam, hiçbir anlamı yok özrün. Vicdanımı bir taraftan rahatlatırken öteki taraftan daha fazla sıkıntıya sokan bir özrün hiçbir anlamı yok.

Bir de o Ermenilerden gelen özür var ki onun neresinden tutsam bilemiyorum.

Cadının verdiği bağlantıdaki haberi okuyunca, tarafsızca, ne sevinerek ne gülerek ne kızarak ne de küçümseyerek, sadece tarafsız olarak okuyunca şunu görüyorum: Biz de özür dileriz yaptıklarımızdan dolayı ama...

Aması şunu anlattı bana: "Bizim yaptığımız soykırım değil, etnik temizlik değil; biraz adam öldürdük o kadar. Sizinkinin yanında adı bile anılmaz ama yaptığınız şey güzel(!)*, biz de karşılık verelim ki samimi görünelim." Aynen bunu anladım. (*özür bizim(Ermenilerin) ekmeğimize yağ sürüyor, ondan güzel)

Tarafsızca bir okuyun; bakalım siz ne anlayacaksınız?

Hiç sevmesem de, anlam veremesem de, kabul etmekte zorluk çeksem de ülke ilişkileri sadece ve sadece "çıkar" üzerine kurulu; yok öyle dost, din kardeşi, kardeş falan. Yok işte. Örnekleri gözümüzün önünde; İsrail katliam yapıyor, eee, ilişkiyi boz yiyorsa. Silah alıyoruz biz hâlâ adamlardan. Çıkar yönetiyor Dünya'yı, başka hiçbir şey değil; maalesef.

Umarım anlatabilmişimdir kendimi, hislerimi; umarım...

1 Şubat 2009 Pazar

10 :...(

Yazsam sayfalarca yazarım ama ona layık olur mu, hislerime tercüman olur bilmem yazdıklarım. Olmaz herhâlde. En iyisi yazmayayım ben.

Seni mutlu edecek şeyi biliyorum; adam oluyorum Barış abi.

26 Ocak 2009 Pazartesi

"Bu kayda verilen bağlantılar"

Uzun zamandır aklımda bu konu aslında ama bir türlü yazamadım. Şu postalara verilen bağlantılar var ya, hani yazının en altında çıkan; onların kullanılış amaçları üzerine düşündüm bayağı. Bir çok blogda bir çok postanın altında bir çok başka postaya bağlantı verilmiş. Okuduğum postanın altındaki bağlantıların -haliyle- postayla alakalı olmasını bekliyorum. Yani benim bir postaya bağlantı verme senaryom -ki daha hiç yapmadım- şöyle olur:

  • Postayı okurum.
  • "Aa bir dakika. Bak şu postada da buna benzer bir şeylerden bahsediliyordu." derim. Bu benim veya başkasının postası olabilir.
  • Eklerim oraya o postanın bağlantısını.
Bu senaryonun dışında bir sürü bağlantı gördüm. Postanın altı hiç alakasız bağlantılarla dolu. Garibime gitmişti.

Geçenlerde benim postalarımın altına da bağlantılar eklendiğini fark ettim. Sevindim önce: "Aaa, benzer şeyler yazanlar varmış!" Hiç alakası yok. Alakasız postaları eklemişler. Tek bir şey geliyor aklıma: Reklam. Başka bir amacı olamaz ki alakasız bağlantı eklemenin. Çok sevimsiz geldi bana ve sildim o bağlantıları. Çok üstünde durmadım.

Ta ki Uğur Mumcu ile ilgili yazıma başlığı "Sonuç" içeriği de sadece "Saçlarım çok başarılı" olan bir yazıya bağlantı verilene kadar. Resmen sinirlerim tepeme çıktı; uzun zamandır o kadar sinirlendiğimi hatırlamıyorum. Hemen yazacaktım bu yazıyı ama o sinirle istemediğim şeyler yazarım diyerekten sonraya bıraktım. Çok düşündüm "Benim anlamadığım derin bir ilişki mi var acaba?" diye, Polyanna'yı bile kıskandıracak bir şekilde. Ama bulamadım.

Bu tavrım sakın kişisel algılanmasın. Ziza'nın bir şiirinin bağlantısı eklenmiş benim kitapla ilgili bir mimimin altına. Onu da sildim. Kitapla ilgili bir mim yazısının altına kitapla ilgili bir mimin bağlantısı eklenebilir, kitapla ilgili bir yazının bağlantısı eklenebilir, yazıda geçen kitaplardan biri veya birkaçı ile ilgili bağlantılar eklenebilir; ama konusu uzaktan yakında kitaplarla alakalı olmayan bir şiirin bağlantısı eklenmemeli bence.

Mimler için süper bir şey aslında bu bağlantı olayı. Bilmiyorum, yapan var mı, herkes yapıyor da benim mi haberim yok ama şöyle bir şey yapılabilir: Mim yazısının altına mimleyenin mim yazısının bağlantısı eklenebilir. Böylece mim geriye doğru takip edilebilir hale gelir. Gerçi ben yazının içinde veriyorum zati bağlantıyı ama alta da eklenebilir.

İtiraf ediyorum: Bir yerde gördüm bunu; biri mim sahibinin bağlantısını eklemiş. Ama nerde gördüğümü hatırlamıyorum:(

Demem o ki uğraştırmayın beni; eklemeyin alakasız yazıların bağlantılarını!!!

Ya da kişiliğime daha uygun bir şekilde sesleneyim.

Benim yazılarıma ekleyin; sorun değil; silerim ben ama başkalarına eklemeyin; onları silemiyorum!!!

Bir mimdir, iki mimdir...

Bu seferki mim "En yakınınızdaki kitabın 161. sayfasındaki 5. cümle" isimli. Buyur Ziza'cım, merakını gidereyim hemen.

Sayfa 161 cümle 5:

"Kâr amacı güden üretim, doğası gereği, sürekli bir refaha ulaşmak için bizzat yarattığı geniş ve yeni ücretli emekçiler topluluğuna, yeterli mal ve imkan* sağlayamadı."

*: "imkân" olması gerekirken kitapta "imkan" olarak yazılmış.

5 kişi mimlemek konusunda Ziza'ya katılıyorum; çok kişi yapar yahu.

Hatta matematikçiyiz ya şöyle açıklayalım:
Her 5 kişi 5er kişi mimleyecek. Mimi başlatan 1 kişi, mimledikleri 5 kişi, onların mimledikleri 25 kişi...

Toplam kişi sayısı= 1+5+25+625+...

Matematik dilinde yazalım.

T.k.s.= 50+51+52+53+54+...






r=5 kişi
Ziza 11 mimden bahsetmiş; n-1=11

(1-512) / (1-5) = 61.035.156* kişi; Mimi başlatanla beraber bu kadar kişi bu mimi yazmış olmalı 11 mim sora yani 12. adımda.

*Ziza 11. mim dalgasındaki (ergen, ek onu sen bence:)!) mimlenen kişi sayısını vermişti 48.828.125 olarak; yanlış anlaşılmasın.

Bir mim böyle katledilir:)))

Ben kimseyi mimlemesem lanetlenir miyim? İçimden hiç gelmiyor birilerini mimlemek; hele şu hesaptan sonra hiç... Varsa burada okuyup yazmak isteyen bu mimi, haber etsin bana mimleyeyim hemen.

24 Ocak 2009 Cumartesi

Mimlendim a dostlar.

Taze bloggerımız Angie, mimledi beni. Mim konusu "En Sevdiğin 5 Kitap". Lafı fazla uzatmadan başlayalım yazmaya.



1) Mercan Adası: Orijinal adı "The Coral Island" olan kitap, İskoç yazar Robert Michael Ballantyne tarafından yazıldı. 1857 yılında yayınladığı gibi gidip aldığım hatta erkenden alabilmek için üç gece kitabevinin önünde yattığım günleri dün gibi hatırlarım. Şaka bir yana, orta okul ikinci sınıfta halamın tavsiyesiyle okuduğum bir kitaptır. Türkçe hocamız haftada bir gün, iki dersini kitap okumaya ayırırdı. Kim ne istiyorsa okurdu o derslerde. Ben de bu kitabı okumaya başlamıştım. Öğlenciydim o zaman ve okuma dersi son iki derse denk geliyordu. Kitabı okumaya başladığım dersten sonra eve dönerken kitabı okumaya devam etmiştim. Evet, yürürken okuyordum:) Sokak lambalarının altında yavaşlıyor, iki sokak lambası arasında hızlanıyordum. Allah'tan ezilmedim o akşam; zira karşıdan karşıya geçerken bile okumaya devam ediyordum:)
Velhasılıkelam, gemileri mercan kayalıklarına çarparak batan, ıssız adaya düşen bir kaç çocuğun hikayesini anlatan bu kitap, sürükleyici anlatımıyla kendine bağlıyor okuru.

Not: Kitap şu an yanımda değil. Kitabın ve yazarın adı aynı ama resimdeki kapak bendeki kitabın kapağı değil. Kitap bu değilse karışmam:))


2) Peşin Öde: Catherine Ryan Hyde teyzenin "Pay it Forward" ismiyle yazdığı kitabı Uğur Alkapar Türkçe'ye çevirmiş. Kitabın arkasında,

"Herkesin iyilik yapmak için birbiriyle yarıştığı, aç ve parasız hiçbir insanın kalmadığı bir dünya düşünün. Sokakta bozulan arabanıza karşılık birinin gelip size kendi arabasını hediye etmesi bile sıradan bir olay. 2002 yılında dünya işte bu hale geldi. Her şey sıradan görünen bir çocukla başladı. Sosyal bilgiler dersi için verilen bir ödev herkesin yaşamını etkiledi: Dünyayı değiştirecek bir plan yapın ve bunu uygulayın. Sıradan görünümlü ama aslında büyük bir kahraman olan Trevor'ın planı ütopya gibi görünüyordu. Üç kişiye iyilik yapacaktı ve karşılığında bu üç kişiden başka üç kişiye iyilik yapmalarını isteyecekti. Adına Peşin Öde dediği zincir böylece uzayıp gidecekti. Başta başarısızlığa uğramış gibi görünen bu plan mucizevi bir şekilde yayılmaya başladı... Küçücük bir çocuk bile dünyayı değiştirebilir, yeter ki dünya buna hazır olsun."

şeklinde bir açıklama var. Kitabın her şeyi iyi, güzel ama kurgusu beni bitirmişti. Filmi de çevrildi "İyilik bul, iyilik yap" adıyla. Film de güzeldir fakat klasik "filmi kitabı kadar güzel olmamış" tadındadır.


3) Dünyaya Düşen Adam: 1963 yılında çıkan kitap Walter Tevis imzalı. "The Man Who Fell To Earth" adıyla yayınlanan kitap aynı adla sinemaya da uyarlandı. Şu sağda görmüş olduğunuz kapakta da zati filmin başrolündeki David Bowie bize bakmakta. Bunun da filmini beğenmedim; bugüne kadar kitabını okuduktan sonra filmini beğendiğim bir eser yok zati.

Şu solda görmüş olduğunuz kapak da orijinal olan. Ne yalan söyleyeyim, ben bunu daha çok beğendim.

"T.J. Newton, kendi gezegenini kurtarmakla görevli bir yerdışı varlıktır. Kazara iniş yapar, yeni bir gemi inşa ederken yalnız bir yaşama mahkûm olacağı nya'ya."
Kitap arkası yazısı böyle efenim. Bir ara kitap muhabbeti açıldığında ilk ve kesin bahsettiğim kitaptı. Okumak lazım yani:)





4) Bir Dinozorun Gezileri: "Oldum olası sevdim trenleri." adlı yazıma şöyle başlamışım:

"Daha ikinci sayfasındayım kitabın. Doksan küsur sayfa okuduğum "rezalet"ten sonra mı böyle hissettim yoksa gerçekten ilham mı fışkırıyor bu kitaptan? Bu yaşlı kadın çok iyi mi biliyor bu işi? Sanırım öyle... Kendi deyimiyle "Dinozor", anlamış, aydınlanmış, farkına varmış.

Önce anılarını yazdığı kitabın fazlaca beğenilmesine ne kadar şaşırdığından bahsediyor; sonra başlıyor anlatmaya. Küçük mutluluklar... "Beş duyuya sahip olmak yeter" diyor; "gerisi gereksiz hatta engel olacak sıfatlardır" diyor. Daha ikinci sayfada kağıt ve kalemi aldırıyor elime. Yazıyorum..."

İtiraf ediyorum: Düzelttim birazcık:) O zaman kurmuşum bir kaç bozuk cümle işte.

Kitabın arkasında da şöyle yazmakta:

"Mîna Urgan Bir Dinozorun Anıları'nı yazarken kitabının bu kadar çok okunacağını hiç beklemiyor, "Benim gibi bir kocakarının hayatını kim merak eder ki..." diyordu. Ama öyle olmadı. Yüzbinlerce kişi bu ufak tefek, beyaz saçlı, sigara içen, cesur, komünist ve ateist olduğunu televizyon ekranlarında söyleyen İngiliz Edebiyatı profesörünün anılarını okudu ve kendiyle alay etmeyi bilen bu zeki kadını çok sevdi. Çünkü o, Türkiye aydınının sıcak ve zeki dilidir. Samimi bir düşünce sahibinin, aykırı da olsa, tüm kesimler tarafından kucaklanacağının kanıtıdır. Türkiye şimdi de onun yeni kitabı Bir Dinozorun Gezileri ile yeryüzünde keyifli ve uygar bir yolculuk yapacak. "Dinozorca" yani az parayla, tadını çıkarmayı ve insanları tanımayı hedefleyerek yapılmış bu gezileri gülümseyerek okuyacak, okurken düşünecek, yeryüzünü ve kendini tanıyıp öğrenecek, sevecek. "

Çapa'da bir sahaftan almıştım bu kitabı. Sahaflardan kitap almak bir yandan çok hoşuma gidiyor bir yandan da hüzünleniyorum. Hoşuma gidiyor çünkü eski, yıpranmış kitaplar daha kişilikli geliyor bana; hüzünleniyorum çünkü terk edilmiş oradaki kitaplar, satılmış, istenmemiş. Evde onlar için yer yokmuş; kalabalık yapmışlar.

Fazla uzattım sanki. Okuyun işte; sevmemek gibi bir ihtimaliniz yok.


5) Mutluluk: Elimden bırakamadan okuduğum, bir an olsun düşünmeden edemediğim bir kitap...
"İyi hoş da bunları nasıl bir araya getirecek bu adam yahu?!" dediğim, bir araya getirdiğinde de "Vay anasını be!!" dediğim kitap...
Profesör karakterinin alıntı yaptığı o kadar çok kitap var ki "Yahu bu adam ne kadar kitap okumuş?" dedim iki de bir:) Bu adam derken yazardan bahsediyorum tabii ki:))

Livaneli bir kez daha hayran etmişti beni kendine.

Bunun da filmi çekildi. Beğenmeme ramak kalmış bir veya iki kitap filminden biridir. İzlenilesidir. Oyunculuklar gerçekten çok iyidir. Kitap filmi olmasa çok beğeneceğim bir filmdir.

Çok konuşmanın âlemi yok. Kitabı oku, filmi izle!!! Adamın asabını bozma uleyn!!!

Kimseyi kızdırmak istemem(!)

"Bir mum daha söndü." gibi içi boş salak söz oyunlarını sevmedim hiç; benzer bir şey yapmayacağım haliyle.

Ne kadar çok sevdiğim bir mısra da olsa "Vurulduk ey halkım; unutma bizi." de yazmayacağım sıtatüslerime, bloguma.

Sadece ve sadece ağzımı doldura doldura küfredeceğim. Küfürleri buraya yazmayacağım tabi. Buraya sadece şunu yazacağım:

Bitmez...


Artık kim ne anlarsa...

Anlamalıydım sihir dediğinde.

Bu bizim cadı ne zaman sihirden bahsetse "Sihir gönderdim", "Öyle hemen gelmez" gibisinden, postacı -kargocu da olabilir- uğruyor. Geçen kitap gelmişti. Hani doğum günüm münasebetiyle gönderilen sihir... Önceki gün de feyspuk sıtatüsüme yazdığım (feyspuk sıtatüslerim adlı bir seri mi yapsam?) "4K(KKKK) : Kafam Karışık, Keyfim Kaçık." şeklindeki cümleye yaptığı yorumda şöyle demişti cadı:

Witchie of Stars 22 Ocak, 19:59'da tamamdır, gerekli sihir yapıldı!

Witchi of Stars 22 Ocak, 20:13'da kafa karışıklığına süper katkılarda bulunabilirim şuanda ama gidermek konusunda şimdilik bişiy yapamiyciim şekerim. Hem sihir yapıldı ama sanırım ancak yarına etkisini gösterecek..hımm bu akşam da olabilir aslında... bekleyelim, görelim.

Biraz geç oldu ama çözdüm cadının lisanını. Sihir demek posta-kargo demek.

Sabah kahvaltı hazırlıyoruz. Sabah dediğime bakmayın; 12 buçuk falan:) Memo markete gitmişti. Gelince "Bir sürprizim var. Bize bir şey gelmiş." dedi. Ben de "Faturamı; ne kadar?" dedim:))

Aman uzatmadan sadede geliyorum. Kahvaltıya oturduk. Çıkardı sürprizi Memo.


Cidden işe yaradı sihir. İşe yarıyor senin sihirlerin cadıcım. Sevindik. Benim için de Memo' için de "yurt dışından gelen ilk kartpostal" unvanına haiz oldu bu kart. Ha bunun bir önemi var mı? Yok tabii ki. Senden gelmiş; gerisi yalan:)))

Tüm ev ahalisi: Seviyoruz seni cadı!!!

21 Ocak 2009 Çarşamba

Bittiğinde...

Neden?
                Neden?

Hıh, şu salak soruyu bile soramadım!
Neden yahu?!!
Gerçi sorsam ne fark ederdi ki?
Verdiği cevap beni tatmin edecek miydi sanki?
Etti diyelim; yarın ne olacaktı? Kızmayacak mıydım "Nasıl inandım?" diye kendime?
Gülmeyecek miydim salaklığıma?
Ne yarını; arkasını döner dönmez kızacaktım, gülecektim.

Ağlasa mıydım? Öyle hüngür hüngür değil asilce; bir kaç damla.
İşe yarar mıydı acaba?

Saçmalama!!!
Ne o öyle liseli kız gibi?
Aslında sadece bir kaç damla; sessiz, mağrur. İyi olurdu sanki.

Bilmiyorum.

N'apıyorum ben ya?
Onun sesi bile titremedi.
Aldı eline bıçağı, kırpmadan gözünü sapladı defalarca.

Azcık saygısı olmasa yaşananlara, kahkaha atacaktı neredeyse.

Sense bir sürü salak saçma soru soruyorsun.


Sanki ilk kez terk ediliyorsun.

Her defasında aynı şeyler: Karşısında tek kelime bile etme,
sonra konuş günlerce kendinle.

18 Ocak 2009 Pazar

Garip bir ilişki var kitaplarla aramda.

Bizim cadının son yazısına yazdığım yorum çağırdı ilham perisini, kovaladı üşengeçliğimi ve yazmak istedim 12 günlük suskunluğun ardından. Yine yorumumu paylaşarak başlayayım bari:)

onurCUK dedi ki...

Ben de "bu aralar ne okusam acaba?" diyordum:)))

Garip bir huyum var: Çok okumam açıkçası ama çok okumayı çok ama çok isterim. Ee, o kadar istiyorsun da neden okumuyorsun? Bir başka garip huy giriyor burada da devreye: Hiç bir kitabı yarıda bırakmadım bugüne kadar ve bırakmak da istemiyorum; çok büyük bir saygısızlık bence. Bu nedenle de okuyacağım kitap için ille de bir tavsiye bekliyorum. Genelde halamdan gelir bu tavsiye. Çünkü onun zevkine güvenirim. Ya da böyle bir kaç arkadaşım vardır, onların sevdiklerini okumak isterim.

Bir de şöyle bir düşüncem var: sevdiklerim... Ya da vazgeçtim, çok uzun olacak; ben bloguma yazayım en iyisi bunun devamını:)))

Bir de şöyle bir düşüncem var: Sevdiklerimle aynı şeyleri okumuş olmak güzel olur. Bu düşünce eskiye, çocukluğuma olan özlemden kaynaklanıyor sanırım. Düşünüp bu sonuca vardım ama belki başkadır sebebi; bilmiyorum.

Çocukken, bizim evde neler oluyorsa -ne yeniyorsa, ne içiliyorsa, ne izleniyorsa vs.- diğer evlerde de aynıları oluyor zannederdim. Mesela bizde âdettir; yemekten kalkar kalkmaz çay hazır olur her akşam. Ortaokul vakitleriydi; ilk kez bir arkadaşıma kalmaya gitmiştim. Akşam yemeğinden kalktıktan sonra bekledim çay gelsin diye; gelmedi. Bizde de -tek tük- bazı akşamlar olurdu yemeğe oturmadan konulmadığı çayın. Yemekten kalktıktan sonra konur, yarım saate hazır olurdu çay. Herhâlde gelir birazdan dedim içimden. Yarım saat geçti; çay yok ortada. Utana sıkıla, biraz da anlam veremeyerek sordum: Çay koymadınız mı? "Yoo, koymadık ama istersen koyalım" dediler. Kalsın dedim ben de.:)

Yine ortaokul vakitleri. Genelde bu zamana denk gelir benim farklılıkların farkına varmam; biraz saf bir çocuktum.:) Akşam izlediğim filmdeki komik sahneleri hatırlatıyorum sıra arkadaşıma:

-Ya olum, ne komik adam di mi? Nasıl düşmüştü şu sahnede?!
-İzlemedim ki ben o filmi.
-Nasıl izlemedin olum?!(kafam feci karışmıştı) Dün akşam izledik ya.
-Ben izlemedim.
-Nasıl ya?!%&?/)('^!???



Tüm dünyayı kendin gibi sanmak... Çocuk olmanın en sevdiğim yanı.



Sadece yapılanların değil ailelerin de aynı olduğunu sanardım.

Yine aynı vakitler. Senenin değişik vakitleri değişik kişilerle samimi olurdum sınıfta; öyle bir kişiye takılıp kalmazdım hiç. Sene sonunda neredeyse tüm sınıf iyi arkadaşım olurdu. Biriyle yeni yeni samimileşmeye başlıyoruz. Öyle annen-baban ne iş yapar, nerelisiniz, nerde oturuyorsunuz muhabbetleri falan...

-Bazen annemde bazen babamda kalıyorum; annem şurda babam burda oturuyor.
-Nasıl yani?!?!?!? (bu benim anladığınız üzere)
-Annemle babam ayrılar.
-Ayrı? Niye ayrı yerlerde oturuyorlar ki?
-Eee, boşanmışlar ben küçükken.
-??!^)%(&)/%=+?!????

Bir başka arkadaşla samimi olmuşuz. İlk kez evlerine gidiyorum. Akşam yemeğe oturduk. Annesi, kardeşi, Bora ve ben... Başladık yemeğe. Benim kafam yine karıştı: Babası nerde? Patavatsızlık diz boyu bende tabii:

-Babanı beklemeyecek miyiz Bora?

Ortam bir anda buz kesti; tek bir çıt çıkmıyor.

-Benim babam yok!!! (ufaktan sert bir ton ile)
-Yok? (en aptal ton ile)
-Vefat etti iki yıl önce Onurcum. (Annesi anladığınız üzere)

Ben nasıl ezildim, nasıl küçüldüm, nasıl renkten renge girdim anlatamam.

-Bilmiyordun Onurcum; kendini kötü hissetmene gerek yok.

Ortam ısınır; yemeğe devam edilir.

Bunlara benzer bir sürü örnek daha var hayatımda; daha ileri yaşlarda (üniversitede falan) olanları da var hatta:)

İstanbul'da okudum ben, ailem Ankara'daydı. Kardeşimin de benim izlediğim tüm filmleri izlediği hissine kapılırdım arasıra; ben vcd'den izlesem bile.:) Yaş ilerledikçe "tüm dünya" dan vazgeçmiştim ama ailem hâlâ benimle aynıydı. Şimdi öyle olmadığını biliyorum artık (e, bil artık zaten) ama hâlâ olsun istiyorum.


Bir de şöyle bir düşüncem var: Sevdiklerimle aynı şeyleri okumuş olmak güzel olur.


O filmi izlemiş olsaydı sıra arkadaşım, güzel bir muhabbet dönecekti o gün. Aynı kitapları okumuş olursam sevdiklerimle, daha çok ortak yanımız olur, daha benzer bakarız dünyaya gibi geliyor. Daha yakın oluruz gibi de geliyor. Farklı bir şeyler okumuş olup birbirine bir şeyler önerebilmek de lazım tabii ama... (aklımdan geçenler burası için fazla, ayrı bir yazı olsunlar en iyisi)

Bilmiyorum anlatabildim mi çocukluğumdaki saf halimle bu isteğim arasındaki ilişkiyi; ama bu isteğin kaynağında o saf halime özlemin yattığına eminim ben.

Farklılıklar, en vazgeçilmezlerim de olsalar hayattaki, özlüyorum o tüm dünyayı kendim gibi sandığım dönemleri.

Velhasılıkelam, garip bir ilişki var kitaplarla aramda.

6 Ocak 2009 Salı

Ben susayım feysbuk iletilerim konuşsun:)

03 Ocak
Onur : Bilen bilir, kırk yılda bir hastalanırım. Ama nedense hep sınav öncesine denk gelir bu hastalıklar.:((( 14:07

05 Ocak
Onur : 39.5 drc ateş, buz gibi duş, sabaha kadar çıplak uyumak... 19:03

06 Ocak

Onur : bakalım bu gece nasıl geçecek? Şimdilik iyi gidiyor... 02:35

Onur : Mis gibi uyudum valla. Yendim seni hastalık:)))) 09:55

Onur : Ya ne inat bişiysin sen ya!! Yok abi, yenmedim ben hastalığı falan; şimdi de sinüzitim elmacık kemiklerimi koparıyor!!! 18:16


Ya da susmayayım canım; dayanamadım.)

Biliyorum aslında; hastalık denen meret gündüz rahat bırakır seni ki insanlara hastayım dediğinde inanmasınlar, eve gelip yatınca azar ki sen iyice gıcık ol. Bunu bilmeme
rağmen her seferinde gıcık oluyorum.


Benim hastalıkla olan ilişkim, başka şehirlerde yaşayan ve görüştüklerinde sadece sevişen, bunu da iki gece üst üste yaparlarsa sıkılan bir çiftin ilişkisine benzer.

Sabah uyanırım; bakarım "O" gelmiş. Gün içinde üç-beş muhabbet, hal-hatır sormaca... Akşama doğru günlük hayatımdan alıkoymaya başlar beni. Gece ise tamamen onunumdur. Sabaha kadar uyutmaz. Korunmam da bu arada; neden inat ederim bilmem. Her gelişinin gecesi ayrı bir sürprizdir. Ama hep ateşlidir. Bu ateşli gecenin ardından yorgun düşmüş bedenimi zor kaldırırım yataktan sabah; hatta öğlene doğru. Kahvaltıda bana eşlik eder. Her halinden bellidir gitmeye hazırlandığı. Benimle çok ilgilenmez, kendi halinde takılır ama bir şey de yaptırmaz bana; aklım ondadır, ben yapmak istemem. Akşam üzeri hazırlanmaya başlar; eşyalarını falan toplar. Akşam olduğunda yolculuk vakti gelmiştir. Ben kal dersem kalır belki ama... Hiç demedim, demem de.

Çok nadir uğrar; yılda iki gelse garip gelir bana, hatta yılda bir bile. Ama son yıllarda yılda üç-dört bazen beş kere uğrar oldu. Gelişlerinin birinde de iki gece kalmaya başladı. Bir gariplik olduğunu ve bunun ardından çok da hoşlaşmayacağım bir şeyler çıkaca
ğını tahmin ediyordum.

Bu gelişinde de her şey her zamanki gibiydi ilk başta. 3 Ocak sabahı gelmişti. Takıldık akşama kadar. Gece gayet hoş özlem giderdik. Yine öğlen anca kalktım. Kahvaltı falan derken akşam olmaya başladı. Fakat hiç de hazırlanır bir havası yoktu. Baklayı çıkardı ağzından: Ben bu akşam da kalmak istiyorum. Hiç hoşuma gitmemişti ama git de diyemezdim. Kaldı. Haliyle o gece de seviştik. Ama bu seferki sevişme harbiden ateşliydi; 39,5 derece. İki yıl önce, memlekette, kum döktüğüm zaman geldiğindeki sevişmemiz kadar
(41 derece) olmasa da ona en yakın gecemizdi o gece. Kendime gelmek için gecenin bir yarısı buz gibi bir duş aldım. Yetmedi sabaha kadar çıplak yattım. 13:00 de dersim olmasa akşama zor kalkardım yataktan. Okula da geldi benimle. Ders 15:00 e ertelenince çok sevindi; benimle daha fazla ilgilemeye başladı. Eve geldiğimde gözünün içine baksam da gitsin diye hiç oralı olmadı. "Bu gece de kalabilir miyim?" dedi!!!

Üçüncü gece!!! Bu hiç olmamıştı. "Uslu durucam; gerçekten." diye ekledi; pek inanmadım. Ben ne desem boş; kalacak. Dün gece gerçekten uslu durdu; koyun koyuna uyuduk, hiç sırnaşmadan; bu da daha önce olmamıştı. Deliksiz bir uykudan sonra 10buçuk gibi kalktık. Eposta falan kontrol ettik, blog dolandık, sörfeyledik öyle boş boş. 2 falan gibi kahvaltı yaptık. Akşama kadar yattık birbirimize sarılarak, hiç konuşmadan. Bir şeylerle ilgilenmeme izin vermedi yine.

Hala burada; maalesef. Hiç bu kadar vakit geçirmemiştik ki beraber; bilmiyorum ne yapsam. Yardım almak da istemiyorum. Gıcık olduğu şeyler yapıyorum gitsin diye sadece. Ihlamur içiyorum, kalın giyiniyorum, dışarı çıkmıyorum falan işte. O da ne yapacağını şaşırdı, renk değiştirdi; sinüzitten falan bahsetmeye başladı bir kaç saattir.

Öyle işte. Daha fazla uzatmayayım. Onun varlığını unutmak için yazmaya verdim kendimi.

Hade bana kolay gele....

4 Ocak 2009 Pazar

Şubem açıldı:))))

Blogumun şubesi açıldı: Sörfeyledim, beğendim; bence sen de beğenirsin:)

Bu bloga günlük muamelesi yapıyorum. Bir de sadece kendi üretimim olan şeyler koyuyorum. Geçen gün bişiler paylaşmak istedim; ama buraya koymak da istemedim.

Yalan ya; kıskandım iki-üç blogu olanları açtım:))

Aman neyse işte.

Şubeme de beklerim efem.

3 Ocak 2009 Cumartesi

Sürpriz Doğumgünü Partisiiiiii!!!!!!!!

Yılbaşından sonra kendime gelemedim ki bir türlü, "sonra yazarım" dediğim yazıyı yazayım.

1 Ocak'ta sabah yatıp akşam kalktık. Kendine gelmekti, kahvaltıydı, gece çekilenleri izlemekti derken gün bitti zâten. 2'sinde de akşama doğru kalktık. Bünyeyi sağlam yorduk tabi:) Ziza'nın Arzu'lu Diyalogları'nın Arzu'su yemeğe davet etmişti bizi; oraya gittik kalktıktan biraz sonra. Gece yarısı civarı eve geldik. Amacım Pazartesi günkü final sunumumu hazırlamaktı bilgisayarın başına otururken; ama tabii ki öyle olmadı. Gmail, bloglar, facebook... Saat 4 gibi yattım. O arada yazabilirdim ama öncelikle videoların ve fotoların düzenlenmesi gerekiyordu. Sabah kalktığımdan beri de balgam dolu üst solunum yolları, acıyan şiş bir boğaz, kırılıp dökülen bir vücûd ve hafiften hafiften ağrıyan bir baş ile uğraşmaktayım.

Özrüm kabul edilmiştir herhalde:) Bu uzun girizgâhtan sonra asıl yazıya geçelim.

Aslında alışığım doğum günümün yılbaşı ile birleştirilerek kutlanmasına; ama bu sefer hiç beklemiyordum. Tahmin edebilmeliydim aslında ama edemedim. Ha, iyi oldu; o başka.

Metehan, Yemliha ve beni içki almaya gönderdi Ziza. Normalde ben hiç gitmem, kimse de bana git demez böyle durumlarda. Şaşırdım. Sonra da "Ee, bi kere de ben gideyim canım" dedim içimden. Çıktık. Lâflaya lâflaya, kaya-düşe gittik; içkilere yazık olmasın diye düşmeden geldik.

Kapıdan girer girmez "İçerisi mükemmel oldu: tam parti ortamı." dedi Ziza. Elvis sesleri geliyordu; ışıklar kapalı fakat başka bir şeylerle loş bir şekilde aydınlatılmıştı salon.

Bir RockStar edasıyla dizlerimin üstünde kayarak girdim salona, Elvis'in gazına gelerek.


Fakat karşıma inci gibi dizilmiş bizimkiler flaşı patlatınca gözüme "Bu işte bir gariplik var" dedim içimden. Kafamı sağa çevirdiğimde ise o mükemmel masa karşımdaydı.



Ziza'cım güzel de bir not yazmış (şu, pastanın hemen önünde duran mekdanılds kartı):





"Sen yaşlanmadıkça, biz de bunu senin yüzüne vurmadıkça, James sana "amca" demedikçe doğum günlerinin ne anlamı vardır ki!.. Nice mutlu yıllara..."



Bundan sonrasını yazarak anlatmaya kalksam ne ben yazmayı bitirebilirim ne de siz sonuna kadar okuyabilirsiniz. Şu videolar ne kadar sevindiğimi, ne kadar sevildiğimi benim kelimelerimden daha iyi anlatırlar eminim ki...













Helikopter almış adamlar bana yaaaa. Seviyorum uleyyn siziiii!!!!