31 Aralık 2008 Çarşamba

Sürpriz parti!!!!!!!!!

Alışkınım aslında doğum gğnğmğn yılbaşı ile birlikte kutlanmasına. Fakat bu sefer sürpriz oldu:)))

Daha sonra uzunca yazacağım ama hemen paylaşmak istedim şimdi.

Bizim evde toplanmıştık yılbaşı için. Beni içki almaya gönderdiler Yemliha ve Metehan ile beraber. Eve geldim. Ziza "olum, salon süper oldu; tam yılbaşı eğlencesi." dedi. Elvis sesleri geliyordu.


Devamı sonra:)))


Hatta o espriyi yapayım; dayanamadım:)))


Devamı seneye:))))))))))

30 Aralık 2008 Salı

"İç"im geldi; bitti, bitirdim, bittim.

Not: Ben cidden sevdim bu yorum yapıştırma olayını:)))

Cadının HB2U! yazısına yaptığım son yorum:

onurCUK dedi ki...

Bu akşam üzeri geldi "İç"; tam da uyuşmuş öylece yatarken, tam da günü bitirdiğimi düşünürken...

Sevindim; hediye aldığım için, cadıdan geldiği için, kitap olduğu için, ilk sayfasına bir şeyler karalandığı için...

Sevdim; sayfaların düzenini, cümlelerin soyutluğunu, cümlelerin derinliğini, cümlelerin mecazîliğini, derdin o derdi en çok çeken tarafından anlatılmasını...


Ayrıca kızdım kendime. Böyle olunca, bir kaç saatte bir kitap bitirince hep kızıyorum kendime "kitap oku, daha fazla oku; bak hap hup bitirdin kitabı!!!" diye. :)))

29 Aralık 2008 Pazartesi

HB2Me!!!

Böyle bir yazı yazmazdım. En azından yalnız geçirilmiş üç-beş doğum günü katmadan anılarıma yazmazdım. Komik değil mi kendi doğum gününle ilgili yazı yazmak? Bence komik:))

Ama... Kocaman bir "ama"sı var bu yazının: Witchie'nin yazdıkları.

Sadece yazdıkları da değil aslında. Gün resmi olarak başlar başlamaz gelen telefon -ki cadının, benim numaramı bilmemesi, Ziza'nın telefonunu duymaması üzerine feyspukun altını üstüne getirip bulduğu ev telefonuna gelen telefon-, yazıdaki ipucunun anlattığı gün içinde kapıma gelecek olan sihir, Zerrinciğinin iyi dilekleri eşliğinde sunduğu hayat tecrübesi dolu sözler... Bir sürü küçük "ama"nın birleşmesiyle oluşan kocaman bir "ama"sı var bu yazının.

Cadının yazısına yaptığım yorumu yapıştırıyorum yine; sevdim ben bunu:) Aslında yazıyı okur okumaz, anında, düşünmeden yazıldığı için -en azından ben öyle yazıyorum- sonradan yazılan böyle cevap niteliğindeki yazılardansa yorumları daha çok seviyorum.

onurCUK dedi ki...

Dün geceki telefon, bu yazı, ipucundan anladığım şey... Bunların meydana getirdiği mutluluk benim bünyeye bir kaç beden büyük geldi. Bünyem zayıf, bünyem unuttu böyle şeyleri. Benzerleri gerçekleşti aslında durgun geçen şu son bir kaç sene fakat bu kadar hazırlıksız yakalayanı olmamıştı. En saf duygularım eşliğinde açıkça söylüyorum, beklemiyordum:) Çok ama çok ama çok ama çok ama çok teşekkür ederim. Daha o günün sırıtması geçmeden neredeyse bir yıl yetecek mutluluk depoladım sayende. Hatta her doğum günümde hatırlayacağım kadar mutlu etti beni diyeyim gerisini sen anla:))


Daha fazla söze gerek yok sanırım.

28 Aralık 2008 Pazar

Bir cadı geldi geçti...

Hissettiklerimi doğru düzgün anlatamayacakmışım gibi bir hisse kapıldım ve ne zaman otursam klavyenin başına, karalasam bir kaç cümle sildim, vazgeçtim. Nereden geldi bu his hiç bilmiyorum. Aman neyse, geldim kendime:)))

Geçen salı, 23 aralık günü yani Witchie ve Zerrinciği bize geldiler:))

O his yine geldi yahu:( Ben en iyisi Ziza ve Witchi'nin yazdıklarına yazdığım yorumları yapıştırayım buraya da ısınma gibi bişi olsun.

Ziza'nın yazısına yazdığım yorum:
onurCUK dedi ki...

Güzeldi, hoştu, içtendi, samimiydi, sıcaktı... Kendini güzel anılar arasına yazdıran bir gündü. Hala yüzümde gülümseme. Uzun bir süre yeter bu mutluluk bana; ufak ufak koparıp katarım günüme:)))

Buraya bu kadar yeter; blogumda uzun uzun yazarım:))


Witchie'nin yazısına yazdığım yorum:
onurCUK dedi ki...

Bu ikinci oldu: Çok sevdiğimiz arkadaşlarımız geldi uzaklardan. Benzer şeyler oldu ardından da; uzunca bir süre düzelmeyen koca gülümsemeli bir surat, yine uzunca bir süre yetecek kadar mutluluk... (ben hep yaparım, siz de yapın; böyle mutlulukları ufak ufak koparıp katın sonraki günlerinize).

Witchie ve Zerrinciği ile geçirdiğimiz gün sıcak, samimi, içten, mutluluk depolatan bir gündü; müteşekkiriz efenim. Yine gelin, sık sık gelin:))

O gece uyumadık; bekledik. Hem heyecanlıydık hem de iki-üç saat uyku salak eder bizi diye düşündük:) Bekledik. Gece binilen otobüsten 5 gibi inilecek ve kapımıza dayanılacaktı; haberi gelmişti önceden.

Saat 6ya geliyordu ama kapı çalmamıştı hala. Telefon da kapalıydı. Sonra birden jetonum düştü: Olum 2:30 da bindi ki otobüse; 8 gibi anca gelir. Yatmaya karar verdim. Bir-iki saatte olsa işe yarardı uyku.

Uyandım kendiliğimden. Ne saat çalmıştı ne de Ziza dürtmüştü. Saat 9:38. "10da sunumu var bu kızın. Anaaamm, geç kaldık!!!" nidasıyla fırladım yataktan ki Ziza horul horul. Dürttüm, bilgi aldım, giyindim ve çıktık evden. 10:15 gibi anca varabildik okula.

Seminer salonuna girene kadar ufaktan kızgındım; ama içimden:) Ben içimden kızarım hep önce. Dinlerim ne olmuş ne bitmiş. Sonra anlayınca durumu geçer kızgınlığım ya da dışarı çıkar gerekliyse. Yine içimden kızgındım girdiğimde seminer salonuna. Ama bu sefer dinlemeye bile gerek kalmadan geçti: Gördüm, gülümsedim, sarıldım:)) O andan sonra uzunca bir süre geçmedi gülümsemem; şu an yine yüzümde:))

Seminer bitti, Zerrinciğiyle tanıştık. Sürprizdi bize Zerrincik:) Dudaklar biraz daha yaklaştı kulaklara. Öğrendik ki tüm gün boşlar, mesafe falan kalmadı dudaklarla kulaklar arasında.

Bize gittik. Ziza'yla beraber hemen mutfağa girdik; başladık hazırlıklara. Ziza'nın makinede "elleriyle" yaptığı ekmek hazırdı. Ben meşhur menemenime başladım. Çay koyduk. Trabzon ekmeklerini ince dilimler halinde kızartıp tereyağı sürerek, ekmeklerin, o muhteşem tada ulaşmasına aracı olduk. Ee, tereyağı yengemin elleriyle yaptığı halis muhlis köy tereyağı olunca, pek de zor olmadı bu:) Her şey hazırlanınca ben sürprizi patlattım: peynir tavalanmış. -Özet bir şekilde tarifi verip dönüyorum yazıya efem-

"Peynir tavalanmış(kvali getaxaneyi)(x harfi Lazca'da genizden çıkarılan h harfi olarak okunur. Türkçe'de doğu ağzındaki h gibi): Kendisi Laz mutfağına mensup olup, bir çok kıyafete bürünüp bir çok isim alabilen bir yemektir. Muhlama derler içine mısır unu katılanına. En ünlü hali budur. Fekat ben bizim orada (Artvin/Hopa-Arhavi) yapıldığı şekliyle yapar, yer, sever, anlatırım.

Malzemeler:
  • Tereyağı (Paşa gönlünüz ne kadar isterse)
  • Köy peyniri (Bizim orada sadece peynir(kvali) denir. Zamanında başka peynir yokmuş tabi.) (Bu da keyfiniz ne kadar isterse o kadar.)
  • Tuz (Bir tutam diyelim adet yerini bulsun)
  • Su (Azcık)
Yapılışı: Tereyağı tavada eritilip kızartılır. Tereyağının köpürmesi yavaşlayıp kararmaya başlamasından azcık sonra -ki o yanık kısımlar güzellik katar- kuşbaşından biraz daha küçük kesilmiş peynirler tavaya atılır. Peynirler kendini bırakmaya başladığında -ki kaşar gibi eriyen bir peynirdir bu- azcık sıcak su dökülür. Aslında su eklenmez ve bol yağla yapılır ama şehir insanının bünyesi kaldırmaz bunu:)) Su-tereyağı karışımı peynirlerin üzerini neredeyse örtecek kadar olmalıdır. Bir tutam da tuz eklendikten sonra fazla bekletmeden ocaktan alınır tava. Peynirin tavaya atılmasıyla tavanın ocaktan alınması arasındaki süre yaklaşık bir dakika kadardır. Peynirler tamamen erimemeli ki görüntüsü de güzel olsun. Bu kadar basit, bu kadar çabuk bir kahvaltılık yemektir işte peynir tavalanmış. Ama kankası "Minci" (onu da başka yazıda anlatırım) ile beraber Laz kahvaltılarının vazgeçilmezidir. Birinden biri kesin yapılır her sabah."

Pek özet olmadı ama neyse:)))

Kahvaltı hazırlıkları, süper bir kahvaltı, kahvaltı sonrası muhabbet derken 2-3 saat geçirdik herhalde mutfakta. Sonra salona geçtik. Bir çay daha koyduk. Çay da bizim oradan gelmiş olunca bu bir zorunluluktu tabii ki:) Laf lafı açtı; gülüşmeler kalpleri ısıttı; video videoyu hatırlattı; geçti saatler. Güneş uykuya daldı; gitme vakti geldi. Bıraktık onları cadının kuzeninin gelip alacağı yere. Yüzümüzde o tarifsiz gülümseme, garip bir boşluk hissi... Bize kar kalan bir süre idare edecek olan mutluluk ve güzel anılar arasına yerleştirilecek bir gündü.

Yine gelin, sık sık gelin. Lafım sadece cadıyla Zerrinciğine değil, bize uzak tüm arkadaşlarımıza: yine gelin, sık sık gelin.

Sanırım bir düzen oluşturma çabası içindeyim; hadi hayırlısı...

Bir kaç maddede özetlersem;

  • Lisedeyken Halk Bankası'nda voleybol oynardım: olabildiğine sportiftim.
  • Aynada kendimi seyretmeyi sevmeye yetecek kadar hoş bir vücuda sahip idim.
  • Baklavalarım vardı yahu!
  • 1.88 boy ile beraber 79-80 kilo arasıydım; gayet iyiydi.
  • Sakatlandım; voleybol yalan oldu. Hayatımı etkilemiyor bileğim ama profesyonel spor imkansız:((
  • Üniversiteye başlayınca eski sevgilim basketbola döndüm. Sahada yarı çıplak yapılan maçlar kız arkadaşımı hayli gıcık ederdi:)))) "Giysene tişörtünü yaaaaaaa!!!!" :))
  • Öğrencilik iyice yapıştı üzerime; beraberinde tembellik, sağlıksız beslenme, düzensiz uyku vesair...
  • Baklavalar kayboldu önce:( (en çok onları özlüyorum)
  • Belim yanlardan dolmaya başladı.
  • Bunlara müteakip genel yağlanma...
  • Göbeğim var yahu! İlk başlarda sevimliydi ama şimdi kaldırıp masaya koyarım valla. Abartıyorum biraz tabii ki ama bilerek yapıyorum; müstehak bana.
  • Boyum hala 1.88. Fakat kilo 98-100. 20 kilo(yir-mi ki-lo diye vurgulayarak okuyunuz)
Uzunca bir süredir böyleyim aslında ama artık ciddi anlamda rahatsız etmeye başladı. Aynaya bakamaz hale gelmeye ramak kaldı valla.

Bir kaç yıldır "böyle olmaz artık, spora başlamalıyım" mealli cümleler kurup duruyorum. Sanırım sonunda başladım:))

Bunu da maddeler halinde özetleyeyim;
  • Üniversite biter.
  • Yüksek lisansa başlarım Kayseri'de.
  • Kurulu hazır düzene konarım.
  • Tez danışmanım sevimli insan Ferhat hocamın evine:)))
  • Ziza, ben ve bir arkadaşımız daha Ferhat hocamla birlikte yaşıyoruz:))))
  • Kendisi Antalya'da görevli olduğundan ev bize kaldı:)
  • Sevimli hocamda da koşmakla bisiklet çevirmek arası bir hareket yaptıran şu adını bilmediğim aletten var.
  • Ayrıca Excercise Mat ve Dumbell'ları da var.
İki gündür o aleti kullanıyorum önce; ısınıyorum bir güzel. Sonra da serip matı alıyorum dambılları. Şu an kollarım, göğsüm ve karnım acıyor resmen. Eğer bu acılar geçene kadar - iki-üç gün kadar- dayanabilirsem bu iş olmuş demektir. Kararlıyım ama; baklavalar geri gelmeden, göğsüm şekle girmeden bırakmak yok. Yazın gerine gerine gezecem plajda; özledim yahu:)))

Başlıkda bahsettiğim düzen çabasının ilk adımı spor. Yavaş yavaş yeme-içme, uyku vakitleri falan derken bir düzen oturturum hayatıma herhalde; en azından öyle umuyorum:))) Bunlar olmasa bile baklavalar geri gelecek arkadaş; anlamam valla.:)))

1 Aralık 2008 Pazartesi

Sanki bi video gördüm:)

YouTube açılmış mı bana mı öyle geliyor?

İlk yasak zamanları PARDUS kullanmanın (tamam Linux kullanmanın) getirdiği zilyon tane avantajdan biriydi YouTube'a girebilmek. Fekat, bir şekil edip onu da yasaklamışlardı. İşte o sebeplen şimdiki YouTube'a girişimin sebebi PARDUS kullanıyor oluşum olamaz. Eeee, peki nasıl? Ben az önce YouTube'a girdim. Aha, tünel münel de yok valla. Hatta sign in bile yaptım. Rüya mı gördüm acaba?

27 Kasım 2008 Perşembe

Amanın, sobe, mim, bişi; n'oluyo len?!!!

Cadı beni sobelemiş; sevinsem mi üzülsem mi bilemedim yahu:))

Tanıdığım biri ilk kez sobelendi diye garip şeyler hissederekten okumaya başladım cadının son girdisini. "Hehe ne kadar sevinmiş, canım:)" dedim içimden. Sonuna geldiğimde ise yazının, kaldım öle: Eeee, onurCUK diyo bu:) :( :S :% :&

Neyse, uzatmadan şu sorulara cevap vereyim de kurtulayım:))))




1.Blog yazmaya ne zaman başladın?


08 Haziran 2007 Cuma akşam üzeri, bir final öncesi akşamıydı:) Ders çalışırken, daha doğrusu çalışmaya çalışırken, belki de çalışmaya çalışmaya çalışırken(yok daha uzatmicam,korkmayın), kuzen "bakkala gidip ekmek alır mısın?" dese hemen deyip fırlayabilecek durumdayken -ki üşengeçler kralı olan benim bakkala gitmem imkansız-yazdım ilk girdimi. Uzun zamandır vakit ayırmaya çalışıyordum bir blog açıp elini ayağını düzeltmek için; bir final öncesi akşamını uygun buldum:))

2.Blog yazısı konularının belli bi çizgide olmasına özen gösteriyor musun?

Sayılır. Şimdiye kadar hiç alıntı yapmadım mesela; hep kendi üretimim olsun istiyorum. Nette gezerken bulduğum güzel şeyleri de paylaşayım istiyorum; bilgisayarda keşfettiğim şeyleri de... Ama üşeniyorum:)) Velhasılkelam belli bir çizgi var zannımca.

3.Blog yazmayı ne kadar sürdüreceksin?

Bilmem; uzunca bir süre daha herhalde. Yazmaktan sıkılsam bile blogu kapatacağımı zannetmiyorum. 3 yıl 5 yıl yazmasam bile bir gün yazasım tutar belki.

4.Blog yazmak senin için eğlenceli bir uğraşken, şimdi artan bekleyiş yüzünden senin için bir zorunluluk haline geldi mi ?

hehehehe, gülerim ancak bu soruya. Kim benim yazmamı bekler ki tavrı da var bu gülüşün içinde; beklerse beklesin, bana ne tavrı da...:)

5.Blog yazmak için gün içinde bazı şeylerden feragat ediyor musun ?

ı ıh, etmiyorum. "Can sıkılır, parmaklar tuşlara dokunur" demişim en başta; sıkıldıkça yazıyorum, yapacak bir şey bulamadıkça...

6- Bloga yazılan yazıları ve yorumları en fazla yazarının okuması gerçeği hakkındaki fikirlerin nedir ?

Doğrudur efenim; en azından kendi adıma. Canım sıkıldıkça eski yazılarımı okurum; yorumları okurum. Bu eski albümleri çıkarıp aynı resimlere defalarca bakmak gibi bir şey. Resimlerde eski hallerimizi görürüz ya hani; eski yazılarda da o zamanki ruh halimizi, düşüncelerimizi, sıkıntılarımızı vs. okuruz. İyidir, hoştur; siz de yapın eğer yapmıyorsanız.:) :P (bu dil cadıya:) ) Katılmıyor değilim dediklerine ama kendimi ne kadar okursam başkalarını da o kadar okurum bence:)



Cadı kadar uzun olmasa da zannımca ben de uzun cevaplar verdim; pişman değilim:)

Sıra sobelemekte; Ziza'cım sobeeeeeeeee...

25 Kasım 2008 Salı

"onurCUL" diyaloglar #2

-Oluumm!
-Nee?
-Unuttum lan:(
-Relax olll.

22 Kasım 2008 Cumartesi

"onurCUL" diyaloglar #1

-Orada.
-Nerede?
-Ufukta.
-Rahatsız mısın?

16 Kasım 2008 Pazar

Mustafa

30 Ekim'de gittim sinemaya. 29 Ekim'de gitmek istedim fakat kapitalizme yenik düştüm; gnctrkcll:) Bir kaç cümle ile genel hissiyatımı anlattıktan sonra uzun uzun irdeleyeceğim filmi. Ben öle uzun uzun okuyamam diyen ilk kısmı okusun yeter:)

Biz Türklerin hiç adeti olmadığı üzere soyadıyla hitap ediyorduk ona; artık Mustafa diyebileceğiz; sevindim.

Mustafa'ya William Wallace muamelesi yapıyorduk: O var ya 3 metre boyunda, bir bakışıyla orduları dize getiren, ağzından ateş çıkaran, uçan, görünmez olan... Artık yapmayız zannımca; o da insan; anladık.

Annesiyle olan ilişkisi güzel yansıtılmış; hüzünlendim; annemi özledim.

Sefa içinde yüzmemiş, sefaletten sürünmüş; bunu gösterdi film. Başarının, hırsın nereden geldiğini zuhur edebildik. Nereden nerelere gelinebileceğini gördük; hırslandık.

Tanıtımlarda hep Mustafa'nın çocukluğundan dem vuruyorlardı. Filmde çarçabuk geçiverdiler çocukluğunu. Gerçi anlatacak çok şey vardı, vakit yetmezdi falan ama olsun; daha fazla çocukluk bekledim ben.

Mustafa aşk mektubu yazmış; hem de ne mektup. Gönül ilişkilerine yer verilmesi mükemmel olmuş; romantizm nasıl olurmuş gördük.

Mustafa kalp kırmış; üzüldük, kızdık. Mustafa da hata yaparmış; gördük.

Mustafa dinsizmiş; şaşırdık. Acaba yobaz tayfa haklı mıydı?

Mustafa ölümüne cesur değilmiş; öldürülmekten korkmuş.

Mustafa yalnızmış; kartal misali, dağın tepesinde, güçlü, mağrur ama yalnız.


Bunlar ilk izlenimlerim. Şimdi başlayalım irdelemeye.

Önce hoşnut kaldıklarım.

Filmin müzikleri çok iyi uyum sağlamıştı filmle. Goran çok iyi anlamıştı Mustafa'yı, Mustafa'nın memleket özlemini, ana hasretini, hiddetini, hırsını, endişelerini.

Çok güzel ayrıntılara değinilmiş; Mustafa'nın özel yaşamıyla ilgili, kurtuluş hareketi ile ilgili, dönem ile ilgili...

Hiç görmediğim fotoğraflar, videolar, belgeler vardı filmde. Arşivlere girilmiş, güzel şeyler bulunmuş.

Sinema adına da güzel bir yapımdı. Görüntüler, animasyonlar, kurgu, güzeldi; çok güzeldi.


Gel gelelim, beğenmediğim yanları beğendiklerimden daha çok.

Yukarıda "Mustafa dinsizmiş; şaşırdık. Acaba yobaz tayfa haklı mıydı?" demiştim. Filmde din, laiklik, tekkeler, eğitim vs. konuları ile ilgili kısımlarda vurgulanan, Mustafa'nın, çarpıtılmış din ile beyinleri çürüyen insanları kurtarma çabası değil de doğrudan, kişisel olarak dine bakışı olması beni rahatsız etti. Ben demiyorum ki Mustafa dini bütün biri olsun, ben demiyorum ki Mustafa dinsiz olmasın; ister inansın ister inanmasın, umurumda değil. Benim gözümde değeri düşmez, kalbimde yeri değişmez. Ama buna vurgu yapılması, "bakın, Mustafa dinin yalan olduğunu düşünüyor." dermişcesine kurgulanması sahnelerin, beni düşündürüyor, üzüyor, kızdırıyor. Velhasılkelam, Mustafa, inanmasa da -ki inanıp inanmadığını asla bilemeyiz- inananlar için bir şeyler yapacak kadar doğru bir adamdı; onun inanmayışını örnek gösterip bizim de inanmamamız gerektiğini söyleyenler ise asla onu anlamamış, yarım yamalak adamlardır. Ha, ben yanlış anladıysam izlediklerimi, bu sözler filmi yapanlara değil, izleyip böyle davrananlara gitsin:)

Çocukluğu az ele almışlar dedim. Zaman yetmezdi, hızlı hızlı geçmişler dedim. Tek film yapmasalardı; bir kaç bölümlük seri yapsalardı. Hem daha ayrıntılı anlatırlardı hem de ticari açıdan daha zekice olurdu:))

Şimdi düşündüm de keşke bu kadar beklemeseydim, sıcağı sıcağına yazsaydım; beğenmediğim kısımlarını unutmuşum:)) Huyum kurusun, hataları çabuk unutuyorum, kin tutamıyorum:)))

Hala izlemeyen varsa aranızda, gitsin sinemaya izlesin. Her şeye rağmen iyi tarafları daha ağır basıyor sanki; en azından uzun vadede:)) Öyle "cdsi çıkar izleriz" falan da demeyin; gidin sinemaya; Can Dündar biraz para kazansın, kazansın ki daha iyi işler yapsın:) Daha da önemlisi bu film Recep İvedik'ten daha fazla gişe yapsın; yapsın ki durumun o kadar da vahim olmadığına dair umudumuz bitmesin.

İyi seyirler efem...

7 Kasım 2008 Cuma

Blog demek yok artık...

Blog demek yok artık; günce diyeceğim.

"Blog" kelimesi ağ anlamındaki "web" ve günlük anlamındaki "log" kelimelerinin birleşiminden gelmekte efem. "weblog" hali sevilmemiş olacak ki kısaltılıp "blog" olarak kullanılmaya başlanmış.

Çok zamandır rahtsızdım "blog" demekten bu şeye. Bir karşılık da bulamamıştım açıkçası. Günlük demek istemiyordum çünkü tam karşılamıyordu. İngilizcesi gibi kelime keseyim, biçeyim, birleştireyim dedim; "ağ", "günlük", "günce", "defter" falan gibi kelimeleri karıştırdım ama yok, hoş bir kelime bulamadım. En son "günce" demeye karar verdim.

Birileri "günce" diyor zaten. Ayrıca vikipedideki günce maddesine bakılırsa bu şeye en mantıklı isim "günce".

Çiköfte...

Çiköfte efenim, çiğköfte değil. İşi bilen, ilk heceye vurgu yaparak, Çiköfte der bu merete.

Bu sene kendimi şanşlı hissettiğim şeylerden biri Çiköfte ile ilgili. Ev arkadaşlarımdan biri Adıyaman'lı. Yani, Çiköfte'nin hasının yapıldığı yerde doğmuş, büyümüş. Bunla da yetinmeyip mutfakta beceri kazanmış:)

Aklımıza estikçe Çiköfte yiyoruz anacım:))


Şimdi resim de koymak isterdim ama; maalesef şuan elimde yok. Daha sonra biraz kurcalarım Aziz'in ve Mehmet'in(Çiköfteci) bilgisayarlarını ve eklerim bir kaç ağız sulandırıcı resim:)))

Uyumak değil, ölmek benimkisi.

Uykumun ağır olduğunu, yıllar boyu, tüm yakınlarım söylemiştir. Yaşadığım, durum komedisi tadındaki bir kaç olaydan sonra, ben de farkına vardım zaten bu durumun. Bazen inanılmayacak dereceye varabiliyor uykumun ağırlığı. Kısacası; uyumak değil, ölmek benimkisi.

Dün gece yaşanan olay buna en güzel örneklerden. Sağ olsun, Aziz, şebek etmiş beni. Kısaca özetleyeyim efem.

Çiköfte(ğ yok orda) partisinden(bunu ayrıca yazacağım) döndükten sonra gecenin 1:00'inde, Aziz bilgisayarın başına geçerken ben de Aziz'in yatağına uzandım. Sonrasını hatırlamıyorum. Aziz'in anlattıklarına göre diyalog şöyle gelişmiş:

Aziz: Onur, uyuyorsun abi.
Onur: Yok, uyumuyorum. Hayal kuruyorum ben.
A: Ne hayali?
O: Karıştırma orasını.

Ne hayal ediyordum acaba? :)

Sonra, Aziz benim uykumdan faydalanıp türlü şebekliler planlar ve ortaya şu tablo çıkar.

Evet, o maden suyu şişesi kafamda duruyor. Daha da ilginci, Aziz o şişeyi kafama koyana kadar üç ayrı teşebbüste bulunmuş ve buna rağmen uyanmamışım. Ya, homurdanmamışım bile; kımıldamamışım bile. Çok kötü durum, çok...

4 Kasım 2008 Salı

Bir menemen yapmışım ki...


Bu öğlen kahvaltı için (öğrencilikte kahvaltı öğlen yapılır tabii) bir menemen yapmışım; anam anam, o nasıl bir şeydi yahu? Yerken zevkten ağlıyorduk resmen Aziz'le. Zaten her şey feyspuk sıtatüsüme "Şimdi öyle bir menemen yapacam ki Aziz bile uyanacak kokusunu duyup:)))" yazmamla başladı. Aziz'i uyandırdı bu menemen; gerisini sen düşün ey okur:)))

Gerçi bildiğimiz menemenden bayağı farklı oldu. Soğan yoktu içinde bir kere. Soğansız menemen mi olur? Bence olmaz ama evde soğan yoksa ne yapacaksın? :) Çoban peyniri vardı içinde; süper kızaran peynir.

Tarifini de vereyim. Hatta yemek programı dili kullanayım; tam olsun:)))

Tercihen köyden gelen tereyağı (yoksa her hangi bir çeşit yağ) tavaya konur(dökülür). Tavanın altı yakılır. Ateşin harlı olması önemli. Küp şeker şeklinde kesilmiş çoban peyniri yağ bir miktar kızardıktan sonra tavaya dökülür.


Aman, ben sıkıldım bu tarif ağzından; kendim gibi yazacam.


Peynirleri kahverengiye yakın bir renk alıncaya kadar kızarttım efem. Sonra, julyen usulu(bildiğin uzun uzun) doğradığım biberleri attım tavaya. Çok ince doğranmış domatesler de tavayı boylamadan önce baharatları ektim; kekik, kimyon, karabiber, balarzağa(bizim oraya özgü bir ot, tat ve kokudan yoksun olmasına rağmen güzel görünüm sağlar ve sağlık açısından iyidir.)... Baharatları biraz yedirdikten sonra domatesleri de kavurdum. Sıra geldi Onur Usta'nın sırrına: Baharatların tadını biraz yumuşatmak amaçlı bir hareket olaraktan azcık süt ilave ettim. Baharatı fazla severim ama yemeğin tadı da kaçmasın derseniz çözüm süttür efem. Biraz sıvı kaybetmesi için bir miktar daha ateşte beklettikten sonra yumurtaları kırdım. Sarıları bozmadan beyazları malzemeye yedirdim. Bundan sonrası keyfe kalmış; az pişmiş, çok pişmiş bilmem ben, canınız nasıl isterse.

Yanına bir de çay koyduk. Ohhhh, mis. Çay da bizim ordan gelme; öyle uyduruk çay değil:D





3 Kasım 2008 Pazartesi

Yastığımın diğer tarafı...

Yavaş yavaş keyfim kaçıyor. Bulanıklaşıyor algım. Dağılıyor dikkatim. Bitiyor motivasyonum. Artık dürtülmem gerek. İtilmem, kakılmam, çekilmem, sürüklenmem, yola sokulmam gerek. Bunu yapacak kişiyi, dişiyi bulmam gerek.

Belli etmesem de artık rahatsız etmeye başladı yalnızlık. Ağrısı artıyor giderek kalbimin. Uyuşuyor giderek beynim. Gece, yatarken, hep bir yanım soğuk; hep bir yanım boş; hep bir yanım eksik. Kalbime sığmıyor artık sevgim; paylaşmam gerek; iletmem; vermem... Diğer tarafım sıcak, fazla sıcak; iletmem gerek bu ısıyı; ısıtmam gerek birinin o soğuk, o boş, o eksik tarafını.

Uyandığımda gülümsemek istiyorum yastığımın diğer tarafına; koklamak istiyorum yastığımın diğer tarafını; öpüşmek istiyorum yastığımın diğer tarafıyla. Artık bulmak istiyorum yastığımın diğer tarafını.



27 Ekim 2008 Pazartesi

Bir Değişiklik Yap Bugün


Bir değişiklik yap bugün;
Güneş doğmadan uyan,
Giyin ve çık oyalanmadan.
Soğuğu hisset teninde.
Sessizliğin tadını çıkar.
Güneş'in doğuşunu görebileceğin bir yere git.
Bir sokak olsun,
tam doğuya doğru uzansın.
Orada yürü.
Geniş olsun ama,
ufuk görünsün.
Orada yürü sallana sallana.
Tan vakti kuşlar ötmeye başlar,
dinle onları.
Anla onları.
Yeni güne sevinir onlar,
paylaş sevinçlerini.
Yürü Güneş'e doğru.
Doğsun Güneş.
izle, düşün;
Kaç kere doğdu güneş,
sen kaçını izledin,
kaç kere daha doğacak,
sen kaçını göreceksin?


Hüzünlenirsin zannımca.


Dön eve.


Kahvaltı hazırla,
en sevdiğin ne ise onu hazırla.
Kim varsa evde sevdiğin uyandır.
Öperek uyandır;
saçını okşayarak,
seni seviyorum diyerek,
yanına yatıp sarılarak...
Uyandığında bir daha söyle;
seni seviyorum.
Teşekkür et,
bir daha öp,
sarıl.
Kahvaltı yapın sonra beraber;
kalabalıksanız hep beraber...
Sohbet edin masada,
gülün.


Bugün bir değişiklik yap.
Farklı başla güne.


Belki mutlu olur,
mutlu edersin.

26 Ekim 2008 Pazar

İnternet tu-kaka bişi zati(!)

Ben küçükmüşüm, daha 4-5 yaşlarında falan, halam "Bu çocuk çok esnek. Jimnastiğe verelim; gelişimi için çok faydalı olur." demiş. Ya annem ya babam, bilmiyorum, genel olarak bizimkiler "Bi taraflarını kırar." deyip karşı çıkmış ve göndermemişler beni jimnastiğe.


Halam vazgeçmemiş. Demiş ki sonra "Yüzmeye verelim çocuğu. Yüzme çocuk gelişimi için birebir." Bizimkiler bu sefer de "Boğulur çocuk maazallah." diyerekten mani olmuşlar.


Daha sonra halamın etki alanından uzaklaşmışız babamın tayini sebebiyle.


Hikaye biter mi? Bitmez tabii, tüm aileyanı yaşamım boyunca devam eder.


Orta okul vakitleriydi. Tüm mahalle bisiklet ilen gezer iken ben de bir bisikletim olsun diye yanıp tutuşuyordum. Annem "Düşersin evladım, araba çarpar, maazallah kafanı gözünü patlatırsın." gibisinden sebeplerle açıklıyordu bana bisiklet almayışlarını. Ben de "Ya anne ne alakası var. Okula da gitmeyeyim o zaman; teneffüste düşerim, karşıdan karşıya geçerken araba çarpar, maazallah kafamı gözü patlatırım." diyerekten sitem etmiştim.


Aradan biraz zaman geçti. Bu sefer moda "karakutu" idi. Bilen bilir; şu meşhur uçak oyununun (River Raid) olduğu alet:) Annem bu sefer "Televizyonun karşısından kalkmaz derslerini aksatırsın. Hem gözlerin bozulur o kadar vakit o kadar dikkatli bakınca televizyona." der. Benim cevabım şu şekildir bu sefer: Sen de dizi izliyorsun; dizlerinden daha fazla vakit oynamam ki. Hem evdeki tüm vaktim ders çalışarak geçiyor ya zaten, oyuna vakit olmayacak.


Yine aynı vakitler. Sınıfça bilmem nereye geziye gidilecektir. İzin isterim. Cevap: Oralarda başına bir şey gelir, otobüs kaza yapar maazallah gider-gelirken felan; olmaz.



Bu örnekleri daha da arttırabilirim. Eminim sizin de aileleriniz benimki gibi münferit olayları genellemeyi, tane tane değerlendirmek yerine toptan bir etiket yapıştırmayı yeğ tutuyordur. "Ne, pire mi var? Hemen yakalım yorganı!" diyorlardır çoğu zaman.


Bir çok aile "Sen sabahtan akşama oyun oynarsın." diyerek bilgisayar almıyor çocuğuna. Bir çoğu "Zararlı siteler var, çet yaparsın." diyerek internet bağlatmıyor.


Ama onların bir suçu yok ki; böyle gördüler, böyle büyüdüler; ne yapsınlar?


Galiba biraz da haklılar. Baksanıza devlet baba da böyle yapıyor. Youtube'da Atatürk hakkında kötü şeyler yayınlanıyordu; o videoları silmek yerine toptan Youtube'u kapattılar. Şimdi de telif hakkı ihlali yapan bloglar var diye blogger'ı yasakladılar.


Devlet baba hep bizi düşünüyor; kötü şeyler görmeyelim, suç işlemeyelim diye yapıyor bunları. Ailelerimiz de bu gelenekten gelen tavırlarla yapıyor bunları.


Devlet baba internetin toptan tu-kaka bişi olduğunu düşünüyor aslında ama neden bekliyorlar ben anlamıyorum; toptan kessinler işte telekomun kablolarını; uğraşmasınlar öyle tek tek sitelerle.




Son olarak içimde kalmasın diye yazacağım. Jimnastik ve yüzme için vakit geçmişti ben ayırdına vardığımda bazı şeylerin ama arkadaşlarımın bisikletlerine bindim doya doya; kuzenimin karakutusu ile oynadım saatlerce, gözlerim kan çanağına dönene dek; üniversite hayatım şehir şehir gezmekle geçti; youtube'a giriyorum sürekli; şimdi de yazıyorum işte bloguma. Var mı delinemeyecek yasak şu Dünya'da?

19 Ekim 2008 Pazar

Rastgele yazılar #02

g,
güzel,

Şair ne de güzel söylemiş: Güzel'e güzel demem, o Güzel benim olmadıkça.

İçimden devam ettirmek geliyor.

Neyleyim ben güzelliği, Güzel içimi ısıtmadıkça.
Neyleyim o Güzel'i, kalbi benim için çarpmadıkça.

Yeter gari; özleyen yerlerim azıtmış durumda zati. Başka harf mi yoktu sanki; ya da başka kelime...

13 Ekim 2008 Pazartesi

google ve 7

eposta olarak gmail'den başka bir şey kullananınız varsa hala aranızda, tanışmak isterim; nasıl başarabilmiş bunu, bilmek isterim:)))

neyse, yazmak istediğim bu değildi; başka bir zaman bahsederim gmail'in muhteşemliğinden.

Epostalrıma bakıyordum az önce. Gmail'in süper özelliklerinden sadece biri olan "sürekli artan alan" ile ilgili bir bilgilendirme vardır sayfanın en altında; ona takıldı gözüm.



Ne kadar çok 7 var değil mi? 7227 simetrik ayrıca. 577 mb ve %7. öyle işte. dikkatimi çekti ve paylaşmak istedim:) hep öle uzun uzun yazmak gerekmiyor değil mi buraya?

7 Ekim 2008 Salı

blogasım geldi anacım...

Dün akşam itibari ilen Neş'e hanımın bir blogu olduğunu öğrendim; geç mi oldu evet, sorun mu hayır efem...

oturdum baştan sona okudum. gerçi çok yazmamış; uzun sürmedi.

Severim Neş'e yi; yazdıklarını da sevdim:)))

Girin okuyun efem: naeknhu.blogspot.com




Bugün e-postama bir ileti geldi:


[;J)onurCUK(L: Astronomi, müzik, bilgisayar, öğrencilik vb.konular üzerine iç dökme bölgesi...] Yükselmeye başladım ;) gönderisinde yeni yorum. (Türkçe karakter sorunundan nefret ediyorum; keşke internet Osmanlı zamanı bulunsaydı)

ozgur "Yükselmeye başladım ;)" gönderinize yeni bir yorum yaptı:

sprinti boşver

kıllı mıllı ama splinter usta daha iyi
(sprint, summer, fall, winter)


Aklıma Özgür'ün blogu geldi. Girip onu da baştan sona okudum. Biraz zaman aldı bu; çok yazmış kerata.

"Farklı" bir adamın kalemini severim derseniz girilesi, okunası, sevilesi bir blog; tavsiye ederim
: dejin.blogspot.com/


5 Ekim 2008 Pazar

Zaman izafi; biliyorum ve buna göre yaşıyorum.

Keyif kiloyla ya da metreyle ölçülmüyor; biliyorum ve ne kadar alırsam o kadar iyidir diyorum.

İz bırakmazsan, gelmenin ne anlamı var Dünya'ya. Bari yardım etseydin birinin iz bırakmasına.

Sor; bilmiyorsam bile bilen birini biliyorumdur belki:)

Kimse karşılıksız sevemez beni; kimsenin sevgisi karşılıksız kalmaz bende.

Zaman izafi; söylemiştim. Ne bekliyorsun o halde?

1 Ekim 2008 Çarşamba

Belki bir rehber, belki bir fener, belki de bir yol arkadaşı şu aralar en çok ihtiyacım olan...

29 Eylül 2008 Pazartesi

Marangozluğa soyunduk anacım...:)

Yüksek lisansa başlayıp Kayseri'ye taşınmamı müteakip Aziz'in odasının darlığından muzdarip olmaya başladım. Yerleşmek için eşyaları içine koyacağım bir şeye ihtiyaç vardı tabi. Ee oda dolu olabildiğince; biz nereye ne koyacaz? Allah'tan Aziz de ben de kes-biç-doğra-yapıştır işlerinden anlıyoruz. Hemen gözlerimizi duvarlara çevirdik; boşlar.:)

Amaç duvara raf yapmaktı ilk başlarda; duvardan duvara, pencerenin hemen üstünde bir raf. Bir sürü eşya toparlardı o raf. Fakat kıyafetleri sokacak kapalı bir şey de lazım. Eee, ne yapacaz. Raf işini erteledik ve şimdilik bir dolap yapsak dedik. Macera da burada başlıyor aslında:)

Düşün-taşın, planla derken 27 eylül cmt gününü bu işe ayırdık. Cuma günü çarşıdaki işlerimizi hallettikten sonra Aziz "Ee, şimdi gidip alsak malzemeyi Tekzen'den, hazır çıkmışken. Yarın bir daha niye çıkalım ki?" dedi. Mantıklı da konuştu hani:)))

Niyet Tekzen'e gitmek...

İki seçenek sundu Aziz; Ya biraz yürüyeceğiz, dolmuşa bineceğiz ve Tekzen'in önünde ineceğiz ya da ahanda şordan otobüse bineceğiz ve inince yürüyeceğiz. Dolmuş daha mantıklı geldi o an için; daha az yürünecekmiş. Malum oruç, gün boyu gezinme falan derman bırakmıyor adamda.

Başladık yürü-meye... (Mavi Sakal vurgusuyla okuyun lütfen)

Bir de baktık dolmuşlar durmazmış...

Dolmuşa bineceğimiz yere kadar yürüdük; bayağı yürüdük... Hemen bir dolmuş geldi; el ettik; sallamadı bile bizi. Bir dolmuş daha geldi hemen; el ettik; o da sallamadı bizi. Acaba dedim bir durakları neyin mi var bu meretlerin; Aziz "yok ama..." dedi... Ben bi soriim diyerekten daldım bir dükkana ve sordum. Adam "yok abi durak neyin. ayakta yolcu almıyolar; polis ceza kesiyor. Ee biraz bekleyeceksiniz." dedi. Bekledik... Bekledik... El ettik... Bekledik... 20 dakika oldu, bekledik... 5-6 dolmuştan sonra Aziz "Şu ilerideki -bayağı ilerideki- durağa yürüyüp otobüs durağına mı gitsek, orada duruyo bu meretler. olmadı otobüse bineriz" dedi. Yine mantıklı konuşmuştu.

Yürüdük; yine...

Durağa geldiğimizde bir otobüs yanaştı, sorduk şoför amcaya "geçer mi Tekzen'den" diye. Şofer amca "geçmez ama binin geçen otobüse kadar atiim sizi" dedi; saolsun. 3-4 durak ilerde bıraktı bizi.

ve başladık beklemeye...

Yine gelip geçen, bizi sallamayan dolmuşlar... toplamda 30 küsür dakika olmuşken otobüs de yoktu görünürlerde. 5 dakika falan sonra bir dolmuş sellektör yaptı bize; o da nesi boş ve bizi alacak. Aziz "abi otobüse bincez işte, şimdi gelir." dedi ve benim dur işareti yaptığım dolmuşa "yok yok binmicez" dercesine el-kol salladı.

Otobüs de gelmedi bi türlü...

Biraz daha bekleyip otobüsten de ümidimizi kesince bari dolmuşa binelim dedik ama nerde; dolmuşlar durmuyor ki... Ben Aziz'e sevgi dolu cümleler kuruyorum tabi bu arada.:) Çok geçmedi, biraz sonra otobüs geldi ve bindik sonunda; sonunda...

Otobüsten inilir, 5-6 dk yürünür ve Tekzen'e varılır. Nasıl sevindim anlatamam.:)

Hadi şu lanet tahtaları alıp gidelim bu lanet olası yerden dostum. (Zenci aksanı ile lütfen)

Tekzen'e girip tahta kesim bölümüne varıp bir görevli bulduktan sonra aldığımız cevap aynen şöyle: Abi şimdi iki kamyon mal geldi, tüm elemanlar mal çekiyor. Bugün çok zor, yarın akşama doğru gelirseniz yardımcı olalım.

Ana, ba ba ba(Çocuklar duymasın Haluk vurgusu lütfen), adam mağaza elemanı değil devlet dairesindeki memur sanki. Bana ne arkadaşım mal çekiyorsan, bir kişi eksik çek. Tabi böyle söylemedik; nezaket çerçevesinden taşmadan anlattık halimizi, yolda çektiklerimizi felan. Yok, olmaz diyo. Müdüre çıkalım dedik Aziz'le; çıktık. Adam gayet nazik rica etti: Elemanlar oruç oruç iki kamyon bilmem kaç ton malzeme indiriyorlar, bitmesi de lazım bunların; yarın istediğiniz vakitte gelin yardımcı olalım, rica ediyorum. Ee böyle söyleyince anlayışlı davranasımız tuttu bizim de; davrandık.


Cumartesi hiç çıkasımız gelmedi yağmur felan yağınca. Pazara erteledik.

Pazar öğleden sonra yola çıktık. Bu sefer evden otobüs ile dolmuşların ilk durağı, oradan da Tekzen; kolay oldu yolculuk. Tekzen'e girdiğimizde ortalık mal kaynıyo; adamların deposu yok herhal, buldukları yere koymuşlar malları. İndik tahta kesim kısmısına.

ve şalteri attıran olay...

Aynı eleman orada. Merhaba dedik biz geldik. Hem de bir gün geç geldik; bitmiştir herhal işleriniz. Adam daha da ölümcül bir cevap verdi bize Cuma günkünden; Abi bakın plakaların(suntalar) önüne yığdık malları yer olmadığından. Ordan plaka çıkarmam imkansız şimdi. Hatta siz bir hafta-on gün sonra gelin anca hallolur burası.

Evet adam "bir hafta-on gün" dedi; bir hafta-on gün. Sinirim tepeme vurdu.

Aynen şunları söyledim: Bir hafta-on gün mü? İyi de Cuma günü yarın gelin demiştiniz. Madem oraya mal yığacaktınız "aa bi dakka, dün birileri gelip sunta istemişti, bir plaka ayıralım şuraya" demediniz mi? Hadi onu bırakın " bir müşteri gelir de sunta isterse ne yaparız?" da mı demediniz? Ama benim şimdi gıcıklık yapasım ve "ben anlamam kardeşim, çekin malları verin suntamı" diyesim geliyor. Ne olacak şimdi?

ve yine müdüre... Gerçi müdür de değil yetkili falandı herhalde.

Adama anlatır anlatmaz "Ne on gün mü? kim dedi bunu size" deyip hemen birini anons etti. Gelen elemana emir verdi "Bu beylerin işini hallet ve kim demiş on gün diye bana gönder". Bir an kötü hissettim kendimi; adam için pek iyi olmayacaktı anlaşılan çünkü yetkili kişi gayet sinirlenmişti. Ama onun da yaptığı... neyse.

İndik aşağı ve İbrahim bizimle ilgilendi. O diğer çocuğun söylediğini, olması gereken nezaket ve mantık içinde söyledi: Öncelikle arkadaşımızın yaptığı için özür dilerim. Yeni, tecrübesiz bir akadaş. Şöyle de bir durum var ki şu malları ordan kaldırmak, bir plaka almak ve kesmek en az 2 saat sürer. Siz bu sürede beklemeyin, isterseniz iftardan sonra gelin, hazırlanmış olarak verelim malzemeyi.

Ee, kızgındık ama yapılacak bir şey de yoktu; adam haklıydı; en az iki saat sürerdi. Aziz'le düşünüp tamam dedik. İftara 4 küsür saat vardı; eve git gel pek mantıklı değildi iki saati yolda geçireceğimiz düşünülürse ve canımız film izlemek istiyordu:)) Kayseri Park'a gidip film izleyelim dedi Aziz; ben de olar dedim.:)

Biraz yürüdük, Kayseri Park'a vardık; WALL-E'yi izledik, iftar yaptık falan; bunları ayrı bir yazıda anlatırım.

Döndük Kayseri Park'tan gayet mutlu ama yorgun ve ölümcül bir baş ağrısıyla uğraşır vaziyette. Evet, ikimiz de. Neyse daha fazla uzatmayayım; aldık malzemeyi; dolmuş, otobüs derken evdeydik. Her şeyi bir kenara atıp direk yatağa uçtuk; baş ağrısı ölümcüldü.

İlk bölümün sonu...

Aziz'in uyanmasını beklerken yazmaya başladım, Aziz uyandı ve beni bekliyor şimdi. Evet başlıyoruz dolabı yapmaya. Fotolar ile anlatımını yapacağım tabii ki yapım aşamasının ama; foto makinemi Mehmet'e verdiğimden dolayı salak telefon ile çekeceğim fotoları; kalite beklemeyin yani...

Hade marangozluğa...

19 Ağustos 2008 Salı

Yükselmeye başladım ;)

Efenim, dualarınız kabul oldu:) Yüksek lisans bavurum felaket bir mülakat geçirsem de kabul edildi. Felaket bir mülakat geçirsem de diyorum çünkü hayatımın en saçma sapan, en gerizekalıca cevaplarını verdiğim sınavıydı o mülakat sınavı. Yani o kadar saçmaladım ki anlatamam. Örneğin; Güneş'in spektral tipini sorduğunda İbrahim hoca "A, aman ben ne diyorum, affedersiniz, F tabii ki, anaam saçmalıyorum, olur mu, G hocam G tabii" şeklinde cevap verişim saçmalayışımın doruk noktasıydı. Spektral tip nedir bilmeyenlere şöyle açıklayabilirim;

- 2 kere 2 kaçtır Onur?
- 3, aman ben ne diyorum, affedersiniz, 5 tabii ki, anaam saçmalıyorum, olur mu, 4 hocam 4 tabii.

Bu kadar temel bir soruya bu kadar saçma bir cevap verdim; heyecan nelere kadir.

Neden bu kadar heyecan yaptım, bilmiyorum. Garipti. Halbuki içeri girene kadar, kapı önünde, o kadar rahattım ki diğerleri benim rahatlığımı görüp iyice heyecanlanıyordu:)

Aman, her neyse, kabul edildim ya, gerisi yalan:)

Şimdi koşuşturmaca başlıyor; hem de ne koşuşturmaca... Şöyle bir benzetme yapabilirim;

Üniversiteye giriş ile başlayan maratonun başından itibaren güzel bir tempo tutturup, maratonun sonuna kadar kesilmeden, çok yorulmadan gitmeyi planlar akademik kariyer hedefleyenler. Ben ise maratonun başında "aman daha çok yol var" diyerek yürüdüm, sağa sola uğradım, arada yattım. Şimdi ise diğerlerine yetişmem için ciddi bir depar atmam, maratonu sprintmiş gibi koşmam gerekiyor. Çok ders çalışmalıyım çok:(

Uzun lafın en kestirmesi şimdiye kadar hiç ders çalışmayan Onur, hayatının bundan sonrasını ders çalışarak geçirecek; ühü ühü ühü:)))

7 Ağustos 2008 Perşembe

Gözüm "yüksek"te:)

Dün saat 14:00 itibari ile Erciyes Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Astronomi ve Uzay Bilimleri Anabilim Dalı'nda açılan 3 kişilik kontenjana başvuran biri olmuş bulunmaktayım:)

Kısmetse yüksek lisans yapacam; araştırma görevlisi olacam; doktor olacam; yardımcı doçent olacam; doçent olacam; profesör olacam. :D

yok, olmadı mı, o üç kişiden biri olamadım mı; askere gidecem o zaman:)

bakalım, 18 ağustosta dana kuyruksuz kalacak.

Dua edin hayde:)

6 Temmuz 2008 Pazar

Mezun oldum...:)

ve artık işsizim:) Umrumda mı; hayır tabi. Upuzun, bitmek bilmeyen, koskoca yedi(7) yılın ardından mezun oldum; inanamıyorum.

Bizim bölümün ününden daha önce bahsetmiştim; girmesi kolay çıkması zor bölüm... Nihayetinde benim çıkmam da yedi(7) yıl sürdü. Bazen zamanı hoyrat harcayışım, bazen duygusal keşiflerim, bazen salt tembelliklerim, bazen de yanlış arkadaş seçimlerim sebep oldu bu yedi(7) yıla diye düşünürüm; ama bilirim ki çoğu zaman elimde olmayan, benim yönetmediğim ipler sürükledi beni oradan oraya ve dolandırdı yolu. Haliyle sonuç: yedi(7) hoyrat, kaşif, tembel, arkadaş yıl.

Şimdi hesaplaşma değil sevinme zamanı. Evet, geriden geliyorum, evet yaş oldu 25(yirmibeş) ama boş gelmiyorum. Bu yedi(7) yılda öyle bir doldum, öyle bir biriktirdim ki bendime sığmaz taşarım. Evet, akademik bir "doluş" değildi belki; belki benden çok daha fazla dolanlar oldu; ama hayata dair o kadar çok şey öğrendim ki, sorma gitsin.

Ve karar verildi: yüksek lisans yapılacak; akademik dünyaya bensizlik yaşatılmayacak. Çok iddialı gibi görünebilir bu sözüm ama benim yerim orası; orada olmazsam ben başıboş, akademik dünya eksik. Hissediyorum; kendimi bulacağım orada.


Bu işin duygusal kısmı var bir de. Mezuniyetin yani... Bu kadar senedir peşinden koştuğum için mi böyle yoksa dört yılda bitirsem de böyle mi olacaktı hislerim; boş, anlam bulamayan, acıtmayan, gıdıklamayan... Bilmiyorum.

Şimdi dua etme zamanı; yüksek lisansa kabul edilmek için. Siz de dua ederseniz müteşekkir olurum efem. Tabii ki gerekenleri yapıyorum; sadece duanın yeterli olmayacağını bilerek. Tevekkül ediyorum yani. Size de tavsiye ediyorum; strese birebir. İşte yedi(7) yıllık Öğrenim sürecinin bana kazandırdıklarından biri:)))))

1 Temmuz 2008 Salı

Oldum olası sevdim trenleri...

Daha ikinci sayfasındayım kitabın. Öncesinde doksan küsür sayfa okuduğum "rezalet" sonrasında mı böyle hissettim yoksa gerçekten ilham mı fışkırıyor bu kitaptan? Bu yaşlı kadın çok iyi mi biliyor bu işi? Sanırım öyle... Kendi deyimiyle "Dinozor", anlamış, aydınlanmış, farkına varmış...

Önce anılarını yazdığı kitabın fazlaca beğenilmesine ne kadar şaşırdığından bahsediyor; sonra başlıyor anlatmaya. Küçük mutluluklar... "Beş duyuya sahip olmak yeter" diyor; "gerisi gereksiz hatta engel olacak sıfatlardır" diyor. Daha ikinci sayfada kağıt ve kalemi aldırıyor elime. Yazıyorum...

Yolculuklarımda mümkün olduğunca tren kullanırım. İlk başlarda ucuz olduğu içindi, sonraları geniş koltuklar mest etti... Şimdi fark ediyorum ki çok daha fazla sebep var.

Başkent Ekspres'teyim. Uzun zamandır ilk kez gündüz yolculuk yapıyorum. İstanbul Ankara arası ise ilk kez... Hep Anadolu veya Fatih'i kullanırdım. Meğer ne çok şey kaçırıyor muşum? Ne kadar sevmesem de mecburen uyuyorum bir süre sonra gece yolculuğunda. Tüm manzara akıp giderken, tabi gece karanlığının izin verdiği kadarı manzaranın, ben horulduyorum. En büyük kayıp bu. Metabolizmanın zorlanması, "ya, bu tren de amma yoruyor ha." serzenişleri, ölü gibi geçen "sonraki gün", vs. de cabası...

Birilerini otobüs "sevda"sından vazgeçirip trenin büyülü dünyasına sokmak istiyorsanız Başkent Ekspres en iyi tercih. İnsanların en çok önemsediği ve genelde "Tren çok uzun ama..." şeklinde dile getirdiği yolculuk süresi meselesi için "Evet, tren uzun; ama altı buçuk saate Ankara'ya varıyor:)" şeklinde esprili bir cevap verebilirsiniz. Gün ışığı sayesinde, otobüsün otoban manzarası yerine, dağlar, tepeler aşarak; ormanlardan geçerek; yeşil, mavi, sarı'nın bin bir tonunu görerek yolculuk yapmanın insana vereceği derin hazdan bahsedebilirsiniz. Uykusuz, bitkin, haliyle bazen sinirli olabilen görevliler yerine gayet nazik görevlilerin servis yaptığı restoran vagondan, vagonun rahat koltuklu masalarından, şehirle neredeyse aynı fiyatlarından bahsedip son darbeyi yapabilirsiniz.

Evet, her tren otobüsten konforludur. Koltukları geniş, tuvalete sahip, yürümeye müsaittir tren. Restoranı da var; daha ne olsun?

Kabulümdür, biraz tıkırdar, azcık sallanır; ama yolculuktan zevk almak isteyen için ninnidir, beşiktir bunlar.

Teknoloji çağının getirdikleri de var tabii ki: Priz vardır vagonlarda; öyle bir tane değil, iki koltuktan birinde... İnternet vardır bazılarında; kablosuz olandan.

Son zamanlarda fazlaca kaza haberleri çıksa da medyada, risk otobüsle karşılaştırılamayacak kadar düşüktür. Güvenlidir yani.

Ucuzdur da aynı zamanda. Bunca artıya rağmen ucuzdur yine de: en lüks tren en ucuz otobüsten daha ucuzdur. Yataklı vagonu saymıyorum tabi.

Kuşetli vagonları vardır bir de: kompartımanın içinde yatağa dönüşen koltuklar... Dört kişilik kompartımanlar, eğer arkadaşlarınızla iseniz olağanüstü eğlenceli olur, yalnızsanız da olağanüstü rahat...

Keşke gerçekten "demir ağlar"la örülse yurdumun dört bir yanı.

Okumak istiyorum, sabırsızlanıyorum. Yazma isteğime baskın hale geliyor okuma isteğim. Ben geri dönüyorum "Bir Dinozorun Gezileri" ne...

30.06.08 / 13:08 / Başkent Ekspres

15 Mayıs 2008 Perşembe

Rastgele yazılar #01

Rastgele bir harfe basacağım ve onunla ilgili aklıma ilk gelen kelimeyi yazacağım. Sonra da o kelime hakkında yazacağım tamamen doğaçlama. Hadi bakalım, rast gele...

t,
takas,

Değiştirmek lazım olmayanı lazım olan ile; sana yaramayanı ona yaramayan ile. Ben de takas etsem kalbimi başka bir organ ile; işime yaramıyor şu aralar nasıl olsa. Ne alabilirim acaba kalbimin yerine?

Yalnızca ekranın ışığı ayırıyor beni karanlıktan. Sağa sola çarpmamak için yeterince aydınlık olan odam bir şeyler okumak için karanlık. Yemek yemek mümkün bu ışıkta ama yapmak değil. Zaten odam, yemek yapmak için uygun mekan da değil.

İşte hayatım tam da böyle bu aralar. Tam da bu kadar aydınlık.

Evet, sıkıntıda değilim, trafik sıkışık değil, ama zevk de alamıyorum Porsche'umdan. Üstü açık arabamda, saçlarımı okşatacağıma rüzgara, güneşe kavurtuyorum kendimi...

İşte hayatım tam da böyle bu aralar...

10 Şubat 2008 Pazar

Neden hayat bu kadar boş geliyor bazen?
...ve neden soru sormak bile sıkar insanı?

Sence delilik sayılır mı sıkılmanın eğlenceli gelmeye başlaması?
...veya delirmek, sıkılırken eğlenmek diye açıklanabilir mi?

Çelişkiler ilerlemenin en kestirme yolları mıdır,
yoksa en büyük ayak bağları mı?

Zaman neden bu kadar izafi?
...ve neden geçmiyor bu aralar?

Yastığımdaki bu koku çok mu tanıdık?
Yoksa "biz" yalnızlığa mı alıştık?

onurCUK